OYUN OYUNLAR , tr.gg - odev

  =>Anasayfa
  =>Bize Ulaşın
  =>Ziyaretci Defteri
  Sitenize Oyunlar
  2 Kisilik Oyunlar
  3D Oyunlar
  Araba Oyunlari
  Atis Oyunlari
  Balon Oyunlari
  Barbie Oyunlari
  Basketbol Oyunlari
  Beceri Oyunlari
  Ben10 Oyunlari
  Bilardo Oyunlari
  Boyama Oyunlari
  Bratz Oyunlari
  Cizgi Film Oyunlari
  Dama Oyunlari
  Dekorasyon Oyunlari
  Dini Oyunlar
  Dovus Oyunlari
  Egitici Oyunlar
  Erkek Oyunlari
  Futbol Oyunlari
  Hastane Oyunlari
  Helikopter-Ucak Oyunlari
  Iki Kisilik Oyunlar
  Iskambil Oyunlari
  Kagit Oyunlari
  Kiz Oyunlari
  Klasik Oyunlar
  Komik Oyunlar
  Makyaj Oyunlari
  Manken Oyunlari
  Mario Oyunlari
  Modifiye Oyunlari
  Motor Oyunlari
  Muzik Oyunlari
  Nisan Oyunlari
  Oda Oyunlari
  Platform Oyunlari
  Satranc Oyunlari
  Savas Oyunlari
  Savunma Oyunlari
  Scooby Doo Oyunlari
  Spor Oyunlari
  Strateji Oyunlari
  Sudoku Oyunlari
  Sunger Bob Oyunlari
  Tahta Oyunlari
  Tavla Oyunlari
  Ucak Oyunlari
  WinX Oyunlari
  Yaris Oyunlari
  Yemek Oyunlari
  Zeka Oyunlari
 

Link Takas

htmlbanker.tr.gg

   İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI 

Özet

II. Dünya Savaşı, 20. yüzyılın iki topyekün savaşından ikincisidir. Altı yıl boyunca, dünyanın çeşitli bölgelerinde süren kesintisiz savaşlarla süregiden II. Dünya Savaşı, Alman ordularının Polonya'ya saldırıdığı 1 Eylül 1939'da başlamış kabul edilir. Ne var ki birbirinden kopuk görünseler de bu tarihte önceki çatışmalar da, savaşta birincil rol oynayan tarafların stratejik hedefleri arasında yer aldığından, savaşın başlangıcı tarihsel olarak daha gerilerden başlamaktadır.

Resmi olarak 1 Eylül 1939 sabah saat 5.45’te Alman ordularının Polonya sınırına saldırmasıyla başlayıp 7 Mayıs 1945’te Almanya’nın kayıtsız şartsız teslim olması ile sonuçlanan İkinci Dünya Savaşı,gerek meydana geliş biçimi gerekse dünya düzeninde getirdiği değişikliklerle 20. yüzyılın en önemli olaylarından biri olmuş ve yakın tarihimize damgasını vurmuştur.

Pek tabii olarak Türkiye’nin de bu savaştan etkilenmemesi kaçınılmazdır.I. Dünya Savaşı’nda yenik düşmüş bir imparatorluğun mirası üzerinde yükselen Türkiye Cumhuriyeti,uyguladığı politikalarla savaş dışı kalmayı başarmış olmakla birlikte,etkilerinden kurtulmayı başaramamıştır.İkinci Dünya Savaşı’nın Türkiye üzerindeki etkilerine geçmeden önce,bu savaşın başında dünyanın genel siyasal yapısına kısaca göz atmamız gerekmektedir.Ardından Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı başındaki gerek iç,gerekse dış durumuna değinerek,bu savaşın Türkiye üzerinde yarattığı derin etkilere geçilecektir.

                                

                                         İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI 

Resmi olarak 1 Eylül 1939 sabah saat 5.45’te Alman ordularının Polonya sınırına saldırmasıyla başlayıp 7 Mayıs 1945’te Almanya’nın kayıtsız şartsız teslim olması ile sonuçlanan İkinci Dünya Savaşı,gerek meydana geliş biçimi gerekse dünya düzeninde getirdiği değişikliklerle 20. yüzyılın en önemli olaylarından biri olmuş ve yakın tarihimize damgasını vurmuştur.

Pek tabii olarak Türkiye’nin de bu savaştan etkilenmemesi kaçınılmazdır.I. Dünya Savaşı’nda yenik düşmüş bir imparatorluğun mirası üzerinde yükselen Türkiye Cumhuriyeti,uyguladığı politikalarla savaş dışı kalmayı başarmış olmakla birlikte,etkilerinden kurtulmayı başaramamıştır.İkinci Dünya Savaşı’nın Türkiye üzerindeki etkilerine geçmeden önce,bu savaşın başında dünyanın genel siyasal yapısına kısaca göz atmamız gerekmektedir.Ardından Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı başındaki gerek iç,gerekse dış durumuna değinerek,bu savaşın Türkiye üzerinde yarattığı derin etkilere geçilecektir.

 

İkinci Dünya Savaşı’nın başında Dünyanın genel siyasal yapısı

         Yeni zamanlar tarihinde Fransız Devriminden sonra,dünyanın yapısında 1815,1789’dan;1919,1815’ten farklı olmuşsa,İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki yeni dönemde bir öncekinden farklı olacaktır. “1945 Dünya Düzeni” olarakta adlandırılan bu yeni dönem,İkinci Dünya Savaşı boyunca kendi etkenlerini ortaya çıkaracak,yeni düzenlemeler ile yeni oluşumları sergileyecektir.1945 yılı dünyada ve Avrupa’da uluslar arası siyasal yeni bir güç dengesinin kurulmaya başlamış olduğu yıl olarak oldukça önemlidir,Mayıs ayında Almanya’nın teslim olmasıyla sonuçlanan savaşın sonunda,Avrupa fiili bir işgalin altına girmiştir.Batı’da ABD ve İngiliz orduları,Doğu’da Sovyet ordusu,gerçekte Avrupa’da dünyadaki yeni güç dengesinin ilk belirtileridir.Savaş sonrasında,Avrupa’nın bitkin devletleri,bu tarihe gelinceye dek,uluslar arası siyasada egemen olan Avrupa eksenli güç dengesi siyasasını sürdürmek gücünde değillerdir.Uluslararası siyasada yeni güç dengesi bundan böyle SSCB ile okyanus ötesi bir güç olan ABD arasında kurulacaktır.

            Ancak,bu savaşın tek partili totaliter rejimlerle yönetilen devletlerce çıkarılmış olması ve bu savaşın;İngiltere,ABD ve Fransa gibi,I.Dünya Savaşı sonunda dünyada bir statüko oluşturmuş bulunan devletlerin çıkarlarına zarar vermesi,hem bu devletlerin kamuoylarında bu tür anti-demokratik rejimlere karşı bir tepki ve nefretin doğmasına neden olmuş,hem de bu devletlerde demokrasinin ve ilkelerinin yükselen yeni değerler olarak ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur.İkinci Dünya Savaşı’nın kendilerine demokrasi cephesi adı verilen bu devletlerin zaferi ile sonuçlanması ise;tüm dünyada tek partili totaliter-diktatörlük yönetimine dayanan siyasal sistemlerin gözden düşmesine ve tüm ülkelerde birbiri ardına serbest seçimlere dayalı çok partili rejimlerin ortaya çıkmasını zorunlu kılmıştır.Herşeyden önemlisi,ABD ve İngiltere’nin yanında yer almak isteyen devletler kendi siyasal rejimlerini bu açıdan gözden geçirmek zorundaydılar.Bu bir anlamda yeni kurulan dünya düzeninde yer almalarının ön koşuluydu.Üç Büyüklerin yani ABD,İngiltere ve SSCB’nin bu ortak siyasası da birdenbire ortaya çıkmış bir durum değildir.Her bir devletin,savaşın ortaya çıkarmış olduğu koşullar içinde,kendi ulusal çıkarlarının ve emperyalist emellerinin yön vermiş olduğu bir biçimde gelişen,bu nedenle,savaş boyunca birbirleriyle çelişki ve başkalıklarda gösteren bir durumdur.Savaşın başında,İngiltere ve Fransa’dan uzaklaşıp emperyalist amaçlarla Nazi Almanyası ile uzlaşıp başka bir yol izlemeye çalışan SSCB,kendi çıkarlarına aykırı gelişen olaylar nedeniyle ister istemez ABD ve İngiltere yanında yer almak zorunda kalmıştır.Aynı oluşum ABD ve Fransa içinde geçerlidir.Ama sonuç olarak Fransa’nın yenilmesinden sonra bu üç devlet kendi çıkarları doğrultusunda ortak ilkeler etrafında birleşmek ve ortak bir siyasa geliştirmek zorunda kalmışlardır.[1]Birinci Dünya Savaşı’nı bitiren barış antlaşmalarındaki haksızlık ve adaletsizlikler,1919’u izleyen yılların dünya politikasını büyük ölçüde biçimlendirmiş yada en azından etkilemiştir.[2]Birinci Dünya Savaşı’nın getirmiş olduğu yıkıntı ve acılar,dünyanın birçok ülkesinde-özellikle bu savaşta yenilmiş yada ulusal amaçlarını gerçekleştirememiş-kadro ve kitleleri ayağa kaldırmış,bunlar,var olan geleneksel siyasal rejimleri yok etmekle kalmamış,totaliter,tek partili rejimleri de işbaşına getirmişlerdi.Bunun bir sonucu olarak;Faşist İtalya’nın Akdeniz ve Afrika’da,Nasyonal Sosyalist Almanya’nın Avrupa’da,Militarist Japonya’nın Asya’daki eylem ve saldırıları,savaş sonrası belirlenmiş statükonun bozulmasına ve birçok bunalımın ortaya çıkmasına neden olmuştu.Dünyanın düzenini altüst eden bu bunalımların sorumlusu İtalya’nın benimsemiş olduğu Faşizm,Almanya’nın benimsemiş olduğu Nasyonal Sosyalizmdir.Bu nedenle,İtalya,Almanya,Japonya ve diğer ülkelerdeki bu totaliter rejimlerin doğuşu üzerinde kısaca durmak gerekmektedir.

       İtalya’da Faşizm;

    İtalya savaştan kısa bir süre sonra faşist bir yönetim altına girdi.Bunun nedenlerini,ekonomik çıkmaz,siyasal partilerin zayıflığı,doyumsuz grupların etkinliği ve sol kanat içindeki bölünme olarak sıralayabiliriz.İtalya’nın büyük bir Akdeniz ve Balkan ülkesi olmasını isteyen milliyetçi gruplar,İtalya’nın barış antlaşmalarında çok az şey aldığını,haksızlıklara uğradığını öne sürdüler.Onlara göre Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun yıkılması,İtalya’ya güvenliği açısından çok bir şey kazandırmamıştı.Bu devletin yerine Yugoslavya’nın kuruluşu,İtalya’ya yönelik bir müttefik planı idi.Bu milşiyetçi gruplar, İtalya’ya  yeni bir “ruh” sağlayacak genç ve enerjik bir önder aramaya başladılar.İtalya’da faşist hareket 1919 yılında Fascio di Combattimento adlı örgütün kurulmasıyla örgütlendi.Bu örgüt hemen bir yıl sonra ulusal Faşist Partisi adıyla parti haline geldi ve o yıl yapılan seçimlerde 35 milletvekili çıkardı.Parti 1922 yılına kadar güçlendi ve Kral Vittorio Emmanuelle,partinin başkanı olan,eskinin sosyalisti ama şimdinin faşisti Benito Mussolini’ye başbakanlığı vermek zorunda kaldı.İktidarı mutlak bir biçimde eline geçiren Mussolini,çok kısa bir süre içinde İtalya’da birliği sağladı,muhalefeti ortadan kaldırdı.Amacı,eski Roma İmparatorluğu’nu yeniden kurmak ve İtalya’yı Avrupa’nın başat güçleri arasına sokmaktı.Bu anlayışla hareket eden Mussolini,Balkanlar ile Afrika’da genişleme yolunu tutacaktır.[3]Nasyonel Sosyalist Almanya ile sıkı işbirliği ve dostluk,Avrupa’da kara bulutların birikmesine ve kanlı bir savaşa neden olacaktı.

      Almanya’da Nasyonal Sosyalizm;

   I. Dünya Savaşı sonunda İtalya’da liberal demokratik düzeni yıkarak,yerine totaliter yönetim kuran Mussolini’nin Faşist Partisi,Avrupa ve dünyanın başka ülkelerinde de kopya edilen bir model ortaya çıkarmıştır.Almanya’da Nasyonal Sosyalizm’in ortaya çıkışını hazırlayan ortam ile İtalya’da Faşizmin içinde belirdiği ortam arasında büyük benzerlikler vardır.Bu dönemde Almanya toplumsal siyasal ve ekonomik sıkıntılar içinde bulunuyordu.I. Dünya Savaşı’ndan yenik bir ülke olarak çıkmış,İmparator II. Wilhelm ülkeden kaçmıştı.Hükümet,savaş sonrası bir ülkenin sorunları karşısında yetersiz kalıyordu.Yenik bir ülkede,işsizlik sorunu,yüksek enflasyon demokratik ilkelerin üretim biçiminin yürümesini sağlayamıyordu. Bu bakımdan toplumsal koşullar İtalya’daki durumun tekrarı gibiydi.Almanya’da savaş bitince “Alman İşçi Partisi” diye yeni bir siyasal parti kurulmuş ve bu kuruluşa gerçek mesleği boyacılık ve dekorasyonculuk olan Adolf Hitler adlı bir kişi girmişti.Çok geçmeden Hitler,partide etkili olmuş ve partinin adını Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi olarak değiştirmişti.Almanların ulusal duygusundan yararlanmayı bilen Hitler,Versailles Antlaşması’na karşı çıkarak,Almanların ulusal gururlarını okşayarak ve Yahudi düşmanlığını körükleyerek  gittikçe daha çok yanda kazanmış ve 1932 yılkında Hinderburg’la cumhurbaşkanlığı seçiminde boy ölçüşecek kadar güçlenmişti.30 Ocak 1933’te Hinderburg Hitler’i Başbakan olarak atadı.Hitler’in dış siyasası üç aşamada gelişmiştir.Birincisi,Versailles zincirlerinin kırılması,İkincisi “Eine Volk”, “Eine Reich” Bir millet bir devlet ilkesinin gerçekleştirilmesi,yani Almanya’nın sınırları dışında yaşayan tüm Almanların birleştirilmesi ve tek devlet altında toplanması;Üçüncüsü ise “Lebensraum” Yaşam Alanı.Bu Nazi Alman emperyalizminin yeni adı idi.Hitler Almanların yaşamadığı birçok ülkeyi kendi sınırlarına katmak istemektedir.Hitler’in bu emelleri “Versailles Sistemi”ne dayanan anti-revizyonist tüm ülkelerde endişe ile karşılanmıştır.

         Japonya’da Militarizm;

   Faşizm, totaliter bir rejim olarak İtalya ve Almanya’nın dışında İspanya’dan Portekiz’e, oradan Brezilya ve Arjantin’e,Macaristan,Romanya,Bulgaristan ve Türkiye’ye dek uzanan dünyanın birçok ülkesinde,her toplumun kendi toplumsal ve siyasal geleneğine uygun bir biçimde göze çarpan siyasal hareketler yaratmış,bu ülke rejimlerini derinden etkilemiştir.

Bu akım,1931-45 yılları arasında Japonya’nın liberal-demokratik siyasal gelişmesine ara vererek,ordunun egemen olduğu bir diktatörlük olarak ortaya çıkmış ve Pasifik Savaşı sonunda,bu ülkenin yenilmesiyle birlikte son bulmuştur.

Japonya XVII. ve XVIII. yüzyıllarda Avrupalılara kapamakla birlikte ekonomik alanda güçlenmeye devam etti.Merkantilist bir siyasa izleyerek,merkezi devlet güçlendirildi.1905 Rus-Japon savaşı’nın başarısı,Doğu Asya’daki yayılma yolları üzerindeki en büyük engeli ortadan kaldırıyor,Kore’nin Japon yönetimine geçmesini,oradan da Mançurya ve Çin’e doğru genişleme olanağını veriyordu.Japonya’nın toplum yapısında demokratik ve liberal gelişmeler sürmekte,orta sınıf güçlenip,siyasal sürece büyük ölçüde katılmasını kolaylaştıran,genel oy hakkı gibi siyasal yenileşmeler uygulamaya konuyordu.Bu gelişmelere ek olarak,1927 yılında Japon sanayisinde başlayan bunalım,1929 Dünya Ekonomik Buhranı ile,Japonya’nın iç ekonomik yapısını temelinden sarsan bir boyuta ulaştı.Özel sermayeye karşı çıkılmaya açıkça devlet sosyalizmi savunulmaya başlandı.Japon militarizminin oluşmasında,Kita İkki adlı bir fanatik Japonun yazmış olduğu “Japonya’nın Yeniden Kuruluşu” adlı bir kitap oldukça etkili olmuştur.Bu kitapta savunulan temel tez;Japonya’nın ulusal kültürüne,tarihine sahip çıkarak,Japonya’yı tek lider İmparatorun tam diktatoryası altında yeniden kurulması gerektiğidir.Japon ordusu içinde etkili olan bu görüş sayesinde,Japonya görünürde demokratik temellere dayanmakla birlikte,militarizmin egemen olduğu totaliter bir devlet yapısına dönüşmüştü.[4]

Kısaca bu şekilde özetleyebileceğimiz Mihver devletlerinin ideolojileri,uygun ortamın bulunmasıyla fiiliyata geçmiş ve İtalya-Habeşistan Savaşı,İspanya İç Savaşı ile yeni bir ivme kazanırken;Hitler’in Avusturya ve Çekoslovakya’yı;Mussolini’nin Arnavutluk’u işgal etmeleri ile iyice içinden çıkılmaz bir duruma geliyor;sonunda,1 Eylül 1939’da Almanya’nın Polonya’ya saldırısı ile de,tüm dünyayı saracak İkinci Dünya Savaşı başlamış oluyordu.

 

         İkinci Dünya Savaşı Başında Türkiye’nin İç Durumu

           Türkiye’nin iç durumunu daha rahat anlayabilmek için bu dönemi siyasal,askeri ve ekonomik durum olarak gruplara ayırmanın daha faydalı olacağı görüşüyle böyle bir yol takip edilecektir.

        İkinci Dünya Savaşı Başında Türk Siyasal Durumu;

            Cumhurbaşkanı Atatürk’ün rahatsızlığının ilk belirtilerinin 1936 yılının sonuna doğru ortaya çıktığı,sağlık durumunun ise,1937 yılından itibaren bozulduğu bilinmektedir.Atatürk ölümünden bir süre önce “Başvekillik Makamı”nda bulunan İsmet İnönü ile siyasal bir çatışma içine girmiş,bunun sonucunda İsmet İnönü görevinden alınarak yerine Mahmut Celal Bayar atanmıştır.

Atatürk’ün ölümünün ertesinde,11 Kasım günü,İsmet İnönü’nün 322 oyla CHP Meclis Grubunda,Parti’nin Cumhurbaşkanı adayı olarak gösterilmesine karar verilmiş,İnönü grup toplantısının hemen ardından toplanan TBMM Genel Kurulunda oylamaya katılan 348 milletvekilinin oybirliğiyle,Cumhurbaşkanı makamına oturmuştur.Kısaca, “Parti devleti”ne dönüşmüş Türk Siyasal Sistemi Atatürk’ün ölümüyle yeni bir döneme girmekteydi.Atatürk’ün ölümünden hemen sonra başlayan ve çok partili düzene geçilmesine dek süren bu döneme “Milli Şef Dönemi”,CHP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye “Milli Şef” denilmiştir. “Milli Şef Dönemi”,tek partili rejimin bir önceki döneminden oldukça farklı bazı özelliklere sahip olmuştur. “Milli Şef Dönemi”nin İkinci Dünya Savaşı boyunca sürmesi ve bu savaşın başında Mihver Devletleri’nin önemli başarılar kazanması,tek partili yönetimin aynı döneminin iç ve dış siyasasında başkalıklar göstermesine neden olmuştur.her ne kadar ülke koşulları gereği otoriter yapıya Mustafa Kemal Atatürk eğilim göstermişse de,Türk siyasal sisteminin Faşist ve Komünist rejimlerinin totalitarizmine kaymasında,CHP’nin elitleri önünde hep bir set olmuştur.

İsmet İnönü 26 Aralık 1938 günü olağanüstü toplanan CHP Büyük Kurultayı’nda CHP’nin Değişmez Genel Başkanı ile birlikte Milli Şef olan İsmet İnönü,İkinci Dünya Savaşı’nı da kapsayan bu dönemin mutlak hakimi olmuştur.CHP,TBMM,Bakanlar Kurulu,her konuda Milli Şef’in onaylayıcısı olmuşlardır.İnönü’nün çalışma ekibi olarak,emirlerine tartışmasız uyacak kişilere seçtiği, “devlet makinesini en teferruatlı çarklarına kadar kendi eliyle” yönetmek istediği, “Başbakanı aşarak,müsteşarlara,umum müdürlere direktifler verdiği” bilinmektedir.Bu nedenle Atatürk’ün ölümünden çok partili düzene geçinceye kadar ülkenin en ulu siyasal kurumu “Milli Şef”lik olmuştur.Bu durum,İkinci Dünya Savaşı boyunca,dış siyasal koşullara bağlı,ama bazı değişiklikler göstererek çok partili düzene geçinceye dek,Türkiye’nin iç ve dış siyasasına egemen olacaktır.[5]

             İkinci Dünya Savaşı Başında Türkiye’nin Ekonomik Durumu;

            Kurtuluş Savaşı’ndan İkinci Dünya Savaşı’na kadar Türkiye’nin ekonomik gelişme süreci ikiye ayrılabilir:Birincisi 1923-1930 devresi,ikincisi 1930-1939.Birinci devrede devlet ekonomiye fazla karışmadan özel sektörün kalkınma görevini üstlenmesini bekledi.Bu başarılı olmayınca 1930’dan sonra devlet müdahalesine gidildi ve “devletçilik” yöntemi benimsendi.Ama her iki yolla da beklenilen sonuç alınamadı ve İkinci Dünya Savaşı’na gelindiğinde Osmanlı’dan devralınan geri kalmışlık mirası aşılamamıştı.İmparatorluk döneminde Düyun-ı Umumiye İdaresi’nin elinde olan tütün,alkol ve tuz tekelini Cumhuriyet Hükümeti ancak 1927’de ele geçirebildi.Bu,bütçeye yılda 40 Milyon TL kadar gelir sağladı.Gümrüklerinde henüz denetlenemediği buna eklenirse 1929’a kadar büyük bir gelir kaybının söz konusu olduğu kolayca anlaşılacaktır.

1927’de Teşvik-i Sanayi Kanunu meclisten çıktı.Özel teşebbüse geniş hareket olanakları ve devlet desteği sağlanıyordu.Ama bu kesim ayrılan azınlıkların ayrıcalıklı konumlarını ele geçirmekle yetindi.gerçek anlamda bir sanayi altyapısının kurulmasını sağlayamadı.Aynı zamanda ülkenin fakirliğinden yararlanarak kendilerini zenginleştirmeye baktılar.1938’e gelindiğinde “fabrika” denebilecek çok az sayıda işyeri vardı,sanayi kuruluşlarının %90’ı fabrika denilemeyecek birtakım derme çatma tesislerdi.

Genç cumhuriyeti en çok zorlayan ekonomik sorunlardan biri de tarım sorunu olmuştur.1939’da Türkiye nüfusunun %70’i tarımla uğraşıyordu.Toprak reformu ülkede ilk kalkışılan işlerden biriydi.İkinci Dünya Savaşı yıllarında ise, “Anadolu tarımı çok büyük darbe yemiş,üretim düzeyleri çok önemli gerilemeler göstermiştir.Buğday üretim düzeyi 1938’den 1945’e yüzde 49,1938 sabit fiyatlarıyla toplam hububat üretimi ise 1938’den 1945’e kadar yüzde 52 oranında düşüş göstermiştir.” Yetişkin nüfusun bir milyon kadarının askere alınması,öküzlerin ordu adına müsaderesi,çiftçinin ürününü değerinin altında devlete satmaya zorunlu tutulması,savaş koşullarının ağırlığına dikkati çekmektedir.İkinci Dünya Savaşına rastlayan yıllarda dış etkilerde Türkiye ekonomisi üzerinde etkili olmuşlardır.Alman ekonomisinin tekrar dış pazarlara açılması ve Hitler’in iktidara gelmesi Türkiye’nin önemli ölçüde dış finansmana ihtiyaç duymasıyla aynı zamana rastlar.Almanya için ekonomi,politik egemenlik sağlamak için bir araçtı ve geleneksel nüfuz alanı olan Balkanları tekrar ele geçirme çabası içindeydi.Almanya’ya ekonomik bağlılığın dış politika felsefeleriyle bağdaşmadığını gören Türk devlet adamları,çok yanlı bir dış ticaret arayışı içine girdiler.1930’ların ortalarına gelindiğinde Türkiye,dış ticaretini İngiltere ile gelişen yakınlaşma sürecine uydurmaya çabalıyordu.1936’da Karabük Demir Çelik Tesislerinin inşaatının ihalesini Alman Krupp firması kazanamıyor,bu inşaat İngiliz Brassert şirketine veriliyordu.27 Mayıs 1938’de 16 Milyon sterlinlik İngiliz-Türk kredi antlaşması imzalandı.Kendi kendine yeterlilik siyasetinin yürümediğini gören Türk devlet adamları çözümü sıkı pazarlık ve tarafları birbirine karşı oynama yolunda aradılar.Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Numan Menemencioğlu’nun 1938 Temmuzundaki Almanya ziyareti sırasındaki tutum bu yaklaşımın iyi bir örneğidir.Menemencioğlu’nun taktikleri Ocak 1939’da istenilen sonucu doğurdu ve Türkiye’ye 150 milyon Reichmark kredi garantileyen Türk-Alman kredi antlaşması imzalandı.İkinci beş yıllık planın dış finansmanı büyük ölçüde bu antlaşmayla sağlanıyordu.

         Savaş öncesi yıllarda ve savaş süresinde Türkiye’nin ekonomik durumunun kısaca gözden geçirilmesinden özet olarak şu sonuçları çıkarabiliriz:Tarım ve sanayide gerçek kalkınmaya geçilmeden önce uzun bir onarım dönemine ihtiyaç vardı.Bu durum Türk ekonomisine o denli büyük bir engel oluşturuyordu ki savaş patlak verdiğinde ilerlemenin ancak ilk kıpırtıları görülmekteydi.Genç Cumhuriyetin yönetici kadrosu İkinci Dünya Savaşı gibi topyekun bir savaşta hiçbir çıkarları olmadığını görüyorlardı.Tutarlı bir savaş ekonomisi için alınmış olan önlemler yetersizdi.Kendi kendine yeterlilik çabaları başarısız olmuştu.Bu durumda dışa bağımlı duruma düşülecekse bu en azından en elverişli koşullarda olmalıydı.[6]

           İkinci Dünya Savaşı Başında Türkiye’nin askerî durumu;

         İkinci dünya Savaşı patlak verdiğinde Türkiye askeri ve sivil olmak üzere her iki sektörde de hazırlıksızdı.Sanayideki yetersizlik,askeri alana teknolojik bir savaşa hazırlıksızlık olarak yansıyordu.

Savunma ve güvenlik Cumhuriyet’in başlangıcından beri birincil önem taşıyan konulardı.Lozan’da görüşmeler sürerken dahi İnönü seferberliğin devamını istemiş ve sözünü askeri güçle desteklemesini bilmişti.Lozan’da alınan ders İkinci Dünya Savaşı’nın çetin günlerinde uygulandı:Türkler,Almanları da İngilizleri de ihtiyatlı davranmaya mecbur kıldılar.Zira vatanseverlik en yüksek raddedeydi ve her saldırıya karşı koymaya kesinlikle azimliydiler.Aynı zamanda modern olmasa da sayıca büyük bir orduları vardı ki bu ordu savaştaki yılmazlığı ve cesaretiyle ünlüydü.

          1930’ların ortalarında,Avrupa ve Dünya olaylarının tehlikeli bir görünüm almasından sonra Türk devlet adamlarınca savunmaya daha fazla önem verilmekle birlikte,Avrupa standartlarına göre Türk ordusu halen çok ilkeldi.Aydemir savaşın başlangıcında Türk ordusu’nun motorize ulaştırma kolunun 28 değişik markadan oluşan köhne kamyonlarla yürütüldüğünü söyler.Türk ordusunun ulaşım alanında çektiği güçlüklere haberleşmedeki yetersizlik ekleniyordu.İnönü’nün demiryolu yapımına büyük önem vermiş olmasıyla birlikte bunlar genelde yetersizdi.Ülkeyi doğudan batıya geçen bir tek ve tek hatlı demiryolu vardı.bu koşullarda ordunun seferberlikte çeviklik ve asker sevkıyatında çabukluk açısından büyük kaybı oluyor,sınırlarda büyük sayıda asker tutuluyordu.Standardizasyon eksikliği topçu ve piyade sınıflarında da görülüyordu.Topçu birlikleri Alman, Çekoslovak, İsveç, İngiliz, Fransız, Rus ve İsviçre imalatı silahlarla donatılmıştı.İkinci Dünya Savaşı öncesinde hava gücü en can alıcı önemini kazanmıştı.1937’de Türkiye’nin 131 savaş uçağı vardı,bu sayının 1938’de 300’e çıkarılması amaçlanıyordu.

Deniz kuvvetleri,silahlı kuvvetlerin en zayıf noktasıydı.Donanma çağdışı kalmış zırhlı Yavuz’dan,4 muhripten ve 5 denizaltıdan oluşuyordu.Bu gemilerde Birinci savaştan bu yana savaş filolarına eklenen saldırı ve savunmaya yönelik birçok yenilikten yoksundular.Donanma sahil ve liman koruması için gerekli birçok araç ve gereçten de yoksundu ve gemiler hava saldırısına karşı tümüyle savunmasızdı.

1938’de dünyadaki durumun giderek gerginleşmesi sonucu hükümet tüm silahlı kuvvetlere birkaç yıldır ayırdığının üstünde ödenek ayırarak bu açıkları kapatmaya çalışıyordu.1938 Mayısında İngiltere ile 6 milyon sterlinlik silah alımı kredisini içeren bir Askeri kredi antlaşması imzalandı.Türkiye’de bu ani silahlanma atılımı ülke bütçesine büyük yük oluyordu.Nitekim devlet gelirlerinin %43’ü savunma harcamalarına ayrılıyordu.

          Türkiye’nin savaş halinde birkaç hafta içinde çağdaş savaşın gereklerinden yoksun kalacağı ortadaydı.Akaryakıt depolama tanklarının toplam kapasitesi 100000 tondu ve hiçbir zaman dolu değillerdi.Tüm sanayi ve enerji üretimi tesislerinin bir anda yok edilmesi mümkündü.Trakya’da Çakmak Hattı İnşaatı çimento ve demir yetersizliğinden yürümüyordu.Yılda ancak 380000 ton çimento üretilebiliyor ve bu fabrikalarda kolayca tahrip edilebilecekleri yerlerde bulunuyordu.

İşte bütün bu ihtimaller karşısında Türk hükümeti ve İnönü için açık kalan tek yol,bütün zekasını ve imkanlarını kullanarak,işi duygusallık meselesine dökmeden kendi kabuğu içinde vaziyet almaktan ve savaş dışında kalabilmenin çarelerini aramaktan ibaretti.[7]

 

          İkinci Dünya Savaşında Türkiye ve Uyguladığı  Dış Politikası

Savaşın başladığı 1939’dan,bittiği tarih olan 1945’e kadar,Türkiye’nin bahsi gerek Avrupa Devletlerinin kendi aralarında yapmış oldukları konferanslarda gerekse yazışmalarda çok sık geçmektedir.[8]Bu nedenle konunun genişliği göz önüne alınarak İkinci Dünya Savaşı içinde Türk dış politikasına çok genel bir çerçeve içinde bakılacaktır.

İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı ve “Milli Şef” olarak geniş yetkilerle donatılmasından kısa bir süre sonra,İkinci Dünya Savaşı ile Türkiye,kendini bir ateş çemberi içinde bulmuştur.İlk birkaç ayı saymazsak, “Milli Şef Dönemi” ile İkinci Dünya Savaşı aynı yılları kapsamaktadır.Türkiye’nin bu dönem içindeki siyasası;ne pahasına olursa olsun,bu savaşın dışında kalmak olmuştur.Türkiye’yi savaş dışı tutabilmesi,İsmet İnönü’nün siyasal yaşamı boyunca gerçekleştirmiş olduğu en büyük başarıları arasında kabul edilmektedir.Ancak,Türkiye savaşa girmemekle birlikte,bu savaşın etkilerini,savaş yıllarında ve sonrasında en derinden hisseden bir ülke olmuştur.Almanya,savaşın başından itibaren Türkiye’yi kendi yanına çekmeye çalışmıştır.Almanya,1938 Martında,Türk Hükümetine,Avusturya’nın Almanya’ya bağlanmasından sonra Alman-Türk ekonomik ilişkileri ile ilgili olarak ortaya çıkan sorunları görüşmek üzere Berlin’e bir heyet gönderilmesini önermiştir.Bu çağrı üzerine Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Numan Menemencioğlu Almanya’ya gönderilmiştir.Almanya, I. Dünya Savaşından sonra barış antlaşmalarıyla zarara uğramış devletlerin,statükocu güçlere karşı yakın işbirliği içinde olmaları ve revizyonist amaçlarını gerçekleştirmek için birleşmeleri gereğini işaret etmiştir.Menemencioğlu ise,Türkiye ve Almanya  arasında ortak bir sınır bulunmadığı için böyle bir antlaşmanın hiçbir yarar sağlamayacağını belirtmekle birlikte,iki ülkenin taraflardan biri saldırıya uğradığı takdirde yan tutmayacakları ve diğer ülkelerle kombinezonlara girmeyecekleri konusunda Ribbentrop’a sözlü teminat vermekle yetinmiştir.Ama Türk dışişlerinin bu tarafsızlık siyasası çok sürmez.İtalya’nın 1939 Nisan’ında Arnavutluk’u işgal etmesi İnönü’de büyük bir kaygının uyanmasına neden olur.İngiltere ve Fransa’nın 13 Nisan’da Yunanistan ve Romanya’ya garanti vermesi,aynı biçimde bir garantinin Türkiye’ye de verilebileceğinin bildirilmesi,İnönü’nün “Müttefik Cephesi”ne yönelmesinin ilk adımlarını oluşturur.Türkiye,bu sıralarda tüm çaba ve dikkatini Sovyetler Birliği’nin kendisiyle birlikte gireceğini sandığı bu batı işbirliğine yöneltmiştir.SSCB Dışişleri Halk Komiseri Vekili Potemkin,Türk Hükümeti ile görüşmelere başladığında,her iki tarafta İngiltere,Fransa,SSCB ve Türkiye arasında bir anlaşmaya varabileceklerini ümide kapılmışlardır.Ancak görüşmeler başarısızlıkla sonuçlanır ve Türkiye ile İngiltere arasında 15 Nisan’da başlayan görüşmeler SSCB olmaksızın,12 Mayıs 1939’da Türkiye’yi “Müttefik Cephesi”ne bağlayan deklarasyonun yayınlanmasıyla sonuçlanmıştır.Fransa ile de aynı doğrultuda bir deklarasyon 23 Haziran’da yayınlanmıştır.[9]Sovyetler Birliği,bu deklarasyonu görünürde iyi karşılamıştır.Ancak 15 Haziran 1939’dan sonra Sovyet-Alman ilişkileri gittikçe gelişir ve bu ilişkiler 23 Ağustos 1939 günü Alman-Rus Saldırmazlık Antlaşması’nın imzalanması ile sonuçlanır.[10]Türkiye’de büyük bir şaşkınlık yaratan bu antlaşma,Türk-Sovyet ilişkilerine büyük bir darbe indirmiştir.Kurtuluş Savaşından beri süren bu dostluk,bundan böyle,bir yol ayrımı kavşağına gelmiştir.Ama Türkiye hala SSCB ile bir yardımlaşma antlaşması imzalayabileceğinin umudu içindedir.Türkiye ile SSCB arasında 26 Eylül’de başlayan görüşmelerden sonuç alınamaz.Sovyetler Birliği,Türkiye’den hem karşılıklı savunmak için bir pakt önermekte,hem de boğazlardan Karadeniz’e kıyısı bulunmayan devletlerin gemilerinin geçemeyeceği konusunda Montreux Boğazlar Sözleşmesi’ne aykırı olarak garanti istemektedir.[11]Bu koşullar içinde Türkiye’nin önünde tek bir yol kalmıştır.Türk-İngiliz-Fransız İttifakı 19 Ekim 1939’da imzalanır.İngilizlerin Türklerle bir ittifaka girmelerinin altında yatan en önemli neden Boğazların stratejik önemidir.Türkiye,bir İtalyan tehlikesi karşısında,kendisine akacağına inandığı İngiliz yardımına güvenerek,Atatürk’ün çizmiş olduğu geleneksel tarafsızlıktan ayrılmıştır.[12]19 Ekim’de imzalanan Üçlü İttifak Antlaşması Almanya tarafından sert bir tepki ile karşılanmıştır.2 Kasım 1939’da Şükrü Saraçoğlu ile görüşme yapan Alman Büyükelçisi Von Papen;Türkiye imzaladığı ittifak hükümlerine uyarak bu ittifakı fiilen geçerli kılarsa,Almanya’nın düşmanları arasında yer almasının kaçınılmaz olacağını sert bir dille bildirmiştir.Türk-İngiliz-Fransız İttifakı’ndan İngiltere’nin beklemiş olduğu;Almanya’nın dikkatini ve düşmanlığını Balkanlar üzerinden Türkiye ve Sovyetler Birliği üzerine çekmek,mümkün olduğunca Hitler’in geniş cephelerde savaşmasını sağlamaktı.İngiltere,bu siyasasında başarılı olmuş görünmektedir.Ancak daha,Türk-İngiliz görüşmeleri sürerken,Almanya’nın Türkiye’ye silah gönderimini durdurması,kredi anlaşmalarını iptal etmesi,Türk-Alman ilişkilerinde olağan gelişmelerdi.Şimdi,Türkiye’nin haklı olarak belirtisi;bu yakınlaşma yüzünden,Alman tarafındaki ekonomik kayıpların İngiltere tarafından karşılanmasıydı.Ancak İngiliz yardımının çok düşük düzeyde kalması,Türkiye’yi yönetenleri düşünmeye ve izlemiş oldukları dış siyasalarını yeniden gözden geçirme gereğini duydukları anlaşılmaktadır.Dışişleri Bakanı Saraçoğlu 16 Kasım’da Büyükelçi Papen ile yapmış olduğu görüşmede;Batılıların Türkiye’ye baskı yaptıklarından dert yanmış,Türk-Alman ekonomik ilişkilerinin düzeltilmesini istediklerini söylemiştir.Saraçoğlu ayrıca,savaşın ulaşmış olduğu bu aşamada güçlü bir Almanya’nın varlığının,Türkiye bir saldırıya uğrarsa geçerli olacağını da vurgulamıştır.[13]Türkiye,elinde bir koz olarak tutmuş olduğu krom madeninin,Almanya’nın savaş sanayisi için ne kadar önemli olduğunun farkındadır.Almanya’nın ister istemez kendisi ile,yeni önemli bir ticaret antlaşması yapacağını çok iyi bilmektedir.Bu sırada, sıklaşan Saraçoğlu-Papen görüşmelerinden birinde Papen,bir ticaret antlaşmasına hazır olduklarını belirtmiştir.Ancak Türkiye hala İngiltere’nin baskısıyla Almanya’ya krom satışına yanaşmamaktadır.14 Mart 1940’ta Von Papen,İnönü’ye br Türk-Alman antlaşma önerisi götürdü.Bu tasarıya göre Türkiye tarafsızlığını Müttefiklere karşı “silah zoruyla dahi” koruyacaktı.Başbakan Dr. Refik Saydam, 2 Haziran’da Ankara radyosunda yapmış olduğu konuşmasında açıkça Türkiye’nin “savaş dışı” olduğunu ve böyle kalmak istediğini belirtiyordu.[14]İnönü şunu iyice anlamıştır ki;Atatürk’ün geleneksel dış siyasasından sapma pahasına gerçekleştirmiş olduğu,Türk-İngiliz-Fransız İttifakı’ndan Türkiye,hem ekonomik bakımdan,hem siyasal bakımdan büyük zararlar görmektedir.Hele Almanya’nın başarıları,bu başarılar karşısında,Batı Demokrasilerinin “acizliği” her şeyden önemlisi,eski dost Sovyetler Birliği’nin Almanya ile anlaşmış olması,bu ittifaktan ötürü,Sovyetlerin düşmanca bir tutum içine girmesi,İnönü’yü hep rahatsız eden sorunlar olmuştur.Türk Dışişleri bir kısır döngünün içine girmiştir ve ne pahasına olursa olsun bu kısır döngünün içinden çıkmak gerekmektedir.Bu aşamadan sonra İnönü,bunun Almanya’nın eteğine tutarak mümkün olacağını düşünmektedir.Alman ordularının Mayıs 1940’ta Fransa’ya saldırması ve İtalya’nın Fransa’ya savaş ilan etmesi,Türk-İngiliz-Fransız İttifakına göre;Türkiye’nin savaşa katılma zorunluluğunu gündeme getirmişti.Bu ittifakın 1. maddesine göre savaş şimdi Akdeniz’e yayılmış olduğuna göre,Türkiye’nin yapması gereken savaşa girmekti.Oysa Fransa tam anlamı ile çökmüştü.22 Haziran’da da Fransa,Almanya ile ateşkes imzalamıştı.Savaştan çekilen bir devlet,başka bir devleti savaşa girmeye nasıl zorlayabilirdi.[15]İngiltere yalnız kalmıştı.12 Haziran’da Türkiye ile Almanya arasında ticaret antlaşması imzalandı.Türkiye,14 Haziran’da savaşa katılmama kararını  resmen açıkladı.Türkiye’nin “savaş dışı” kalma kararını vermesi,Almanya’nın SSCB’ne saldırmadan önce bu ülkeyi güney’den kuşatma isteklerinin doğmasına yol açtı.Almanya’nın Balkanlar üzerindeki faaliyetleri nedeniyle,İngiltere 1941 yılı Ocak ayından başlayarak,Türkiye üzerinde siyasal baskılarını yoğunlaştırarak derhal savaşa girmesini istiyordu.17 Şubat 1941’de Türk-Bulgar saldırmazlık antlaşması imzalandı.Bulgaristan 1 Mart 1941 günü Mihver’e katıldığını açıkladı.Hitler 1 Mart 1941 tarihli mektubunda İnönü’ye Alman birliklerinin Türk sınırına 50 km. kala duracakları güvencesini vermekteydi.Türkiye ile ilişkilerini geliştiren Almanya,Yugoslavya ve Yunanistan’a saldırmadan bir gün önce 5 Nisan 1941’de yine Türk Hükümetine güvence verdi.[16]Türkiye 1941 yılı Nisan başında,bir yandan Almanya ile siyasal ekonomik ilişkilerini geliştirmiş,diğer yandan da İngiltere ile olan ittifakına bağlı olduğunu her fırsatta dile getirmişti.Sonunda Türkiye ile Almanya arasında 18 Haziran 1941’de on yıl süreli bir Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması imzalanmış ve 25 Haziran’da TBMM’de onaylanarak yürürlüğe girmişti.[17]Türk Hükümeti bu Antlaşma ile 1939 Türk-İngiliz-Fransız İttifakı ile kaybetmiş olduğu tarafsız konumunu tekrar elde etmek gayesindeydi.Bu antlaşma ile Türkiye Müttefiklerin gözünde güvenirliğini yitirmişti.Bu antlaşma imzalanır imzalanmaz 22 Haziran’da Almanya,Sovyetler Birliği’ne saldırmıştır.Bu antlaşma İngiltere ile Amerika’nın tepkisiyle karşılanmıştır.O kadar ki,ABD Ödünç Verme ve Kiralama Kanunu’na göre Türkiye’ye yapmakta olduğu yardımı kesmiştir.[18]Bundan sonra müttefiklerin Türkiye’nin Almanya’ya savaş açması konusundaki tüm baskılarına karşı Türkiye bunu kesinlikle kabul etmemiştir.Özellikle Stalingrad Zaferi bu baskıların bir dönüm noktası olmuştur.Aynı zamanda Türk-Sovyet ilişkilerinin de yeniden soğukluk döneminin başlamasına neden olmuştur.Sovyetler Birliği,Türkiye’ye karşı sert bir tutum içine girecek ve bu durum savaşın sonunda gerçek bir “Sovyet tehdidi” olarak kendini gösterecektir.Üç Büyükler’in düzenlemiş olduğu tüm müttefik konferanslarında Türkiye’nin savaşa girmesi söz konusu edilecektir.Roosevelt ile Churchill arasında 14-24 Ocak 1943 tarihlerinde gerçekleştirilen Kazablanka Konferansı’nda Türkiye’nin de savaşa katılmasıyla bir Balkan cephesinin açılmasının kararlaştırılması üzerine Churchill,durumu Türk yetkililerine açıklamak üzere 30 Ocak-1 Şubat 1943 günlerinde Adana’da Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve Başbakan Şükrü Saraçoğlu ile görüştü ve Türkiye’nin en geç 1943 yılı sonunda savaşa katılmasını istedi.Buna karşılık İnönü,Sovyetler Birliği’ne karşı duydukları tedirginlikten bahsetti.Churchill,Türkiye’ye bu konuda savaştan sonra çok güçlü bir uluslararası örgütün kurulmasının düşünüldüğünü ve bu örgütün uluslararası barış ve güvenliğini koruyacağını belirtmekle yetinmiştir.[19]Adana görüşmelerinden sonra İngiltere’nin Türkiye’yi Müttefiklerin yanında savaşa sokma çabaları sürmüş ve Mihver devletlerinin cephelerdeki her yenilgisi,Türkiye üzerindeki baskıyı daha da arttırmıştır.O kadar ki,Ankara’daki İngiliz Büyükelçisi 1943 yılında vermiş olduğu bir demeçte,Türkiye’nin yakında savaşa girmek yada savaş sonrası dünyasında yalnız kalmak durumlarından birini seçmek zorunda kalacağı tehdidinde bulunmuştur.17 Ağustos 1943’te Müttefiklerin Sicilya Harekatının hemen ardından toplanan Qubeck Konferansı’nda savaş durumunu değerlendirilirken;Roosevelt ile Churchill “savaş dışı” konumunu ısrarla sürdürmek isteyen Türkiye’nin savaşa girmesi konusunda fazla zorlamamak,ancak Balkanlarda açılması düşünülen ikinci cephe için gerekli olan Türk havaalanlarının Müttefiklerce kullanılmasını isteme kararına vardılar.Sovyetler Birliği ise bu düşüncelere hiç katılmamış,bunun yerine Türkiye’nin savaşa doğrudan katılmasını savunmuştur.1943 Ekiminde Moskova Konferansında Türkiye’nin 1943 yılı sona ermeden Türkiye’nin savaşa katılmasının istenmesine karar verildi.İngiltere Dışişleri Bakanı Eden,bu kararları bildirmek üzere Türkiye Dışişleri Bakanı Menemencioğlu ile Kahire’de görüştü. Menemencioğlu’nun Eden’e verdiği yanıt;yeteri kadar yardım yapılmadıkça Türkiye’nin kesinlikle savaşa katılmayacağı biçimindeydi.1943 Kasımında Tahran Konferansında da Sovyetler Birliği,Türkiye’nin savaşa sokulmasındaki tutumlarını daha da sertleştirmişlerdir.[20]Ocak-Şubat 1944’te Ankara’da Türk ve İngiliz askeri heyetleri arasında görüşmeler yapılmışsa da,bu görüşmeler kesilmiştir.İngilizlere göre Türkler çok fazla şey istemişlerdir.İngiliz askeri heyetinin Ankara’dan ayrılması,savaş döneminde Türk-İngiliz  ilişkilerinin,en bunalımlı noktaya vardığı andır.Churchill,barış konferansında Türkiye’nin sağlam bir yer edinemeyeceğini söylüyordu.Bu durum doğal olarak Türkiye’nin hiç hoşuna gitmemişti.Bu arada Türk-Sovyet ilişkileri gittikçe soğumakta ve Türkiye üzerinde belirgin bir biçimde Sovyet tehlikesi kendini göstermektedir.

1944 yılının ilk aylarından başlayarak Türk-İngiliz ilişkileri kopma noktasına gelmiş bulunuyordu.Müttefik propagandası,Türk dış siyasasını sert bir biçimde eleştirmekteydi.Almanya’nın tüm cephelerde çökmesi,Müttefiklerin büyük zaferler kazanması,ABD ve İngiltere’nin Türkiye ile olan ilişkilerini dondurmaları,Batı’dan alınan yardımların durma noktasına gelmesi,Sovyetler Birliği ile olan görüşmelerin kesilmesi sonucu bir Sovyet tehdidinin kendini göstermesi,1944 yılı ilkbahar ve yaz aylarında Türk siyasası üzerinde dayanılmaz baskılar yaratan etkenler olmuştu.İşte Türkiye’nin yalnızlığa düşmüş olduğu böyle bir dönemde,Türk Hükümeti Müttefiklere yanaşmak amacıyla,gerek iç gerekse dış siyasalarında köklü değişikliğe yöneldi.Bir sonraki bölümde ele alacağımız ve müttefik tepkisine neden olan Varlık Vergisi’ni ve Türkçü Turancıları susturdu.Dış siyasada ise İngiltere ve ABD’nin başından beri karşı olduğu,Almanya’ya krom ihracı durduruldu.Mihver gemilerine Türk boğazları kapatıldı ve Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu’nun görevinden ayrılması sağlandı.Son olarakta Almanya ile diplomatik ve ekonomik tüm ilişkiler kesildi.[21]

Türk Hükümeti savaşın sonuna doğru,özellikle Müttefiklerin Almanya’yı bütünüyle çökertmek için kararlılıklarını ortaya koymalarından sonra,Türkiye için zor bir dönemin başlamakta olduğunun farkındaydı.Bundan böyle karşıt güçler arasında,daha önce sürdürdüğü dış siyasasını sürdüremeyeceğini bilmekteydi.Bu duygu ve sıkıntılar içinde olan Türkiye,1945 yılına girerken,haklı olarak kendisini “Sovyet tehdidi”nin bir hedefi olarak görmekteydi.Sovyet Rusya’nın 1944 ortalarına doğru Balkanlarda hızla ilerlemeleri Türkiye’de endişe ile karşılanıyordu.4-11 Şubat 1945 günlerinde savaş sonrası kurulacak “Savaş Sonrası Dünya Düzeni”nin ilkelerini belirlemek amacıyla gerçekleştirilen Yalta Zirvesinde tartışılan konular Türkiye’yi yakından ilgilendirmekteydi.Savaş Sonrası Dünya Düzeninin sürekliliğini sağlayacak “Ortak Barış Sistemi” ile ilgili “Birleşmiş Milletler” örgütü “Dumbarton Oaks Önerileri” ile yeni bir durum alırken,büyük tartışmalara neden olan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde oylama sorunu Yalta Zirvesinin 6 Şubat 1945 günlü oturumunda ele alınmakta,beş büyük devletin sürekli temsil ve Veto hakkı verilmesi ile çözümlenmekteydi.Fransa ve Çin’in etkin birer güç olmaktan uzak olması,İngiltere’nin bu savaştan ekonomik bakımdan yıpranarak çıkması,ABD ve SSCB’ni Savaş Sonrası Dünya Düzeninin egemen güçleri durumuna getiriyordu.Zirve sonunda Üç Büyükler’in Avrupa’da Demokratik rejimlerin kurulacağını ortak bir demeçle açıklamış olmaları,sahip olduğu tek parti yönetimi ve totaliter rejimleri anımsatan uygulamaları nedeniyle,Türkiye’yi yakından ilgilendirmekteydi.Türkiye’nin Müttefiklerin önündeki bu konumundan yararlanmak isteyen Stalin,Zirvenin 10 Şubat 1945 günü yapılan yedinci oturumunda Boğazların ve Montreux Sözleşmesinin yeniden gözden geçirilmesini önerdi.Stalin,Yalta Zirvesinde Birleşmiş Milletler’e hangi devletlerin alınacağı tartışılırken,Türkiye örneğini öne sürdü.Almanya’ya savaş açmış devletlerin Birleşmiş Milletler statüsüne alınmasını,açmamış olanların ise,son süre olarak 1 Mart 1945 tarihinden önce, “Mihver”e savaş açması gerektiğini söyledi.Stalin’in bu önerisi Churchill ve Roosevelt tarafından kabul edilip,25 Nisan 1945 tarihinde San Fransisco’da toplanacak olan Birleşmiş Milletler Konferansı’na kurucu üye olarak katılacak devletlerin,1 Mart 1945 tarihinden önce “Mihver” devletlerine savaş açmış olmaları koşulunun aranmasına karar verildi.[22]Bunun üzerine Türk Hükümeti,savaş sonunda Sovyetler Birliği karşısında yalnız kalmamak,İngiltere ve ABD ile ilişkilerini düzeltmek amacıyla,Demokrat Devletlerin bu isteğini kabul ederek,23 Şubat 1945 günü,1 Ocak 1942 tarihli Birleşmiş Milletler Beyannamesini imzalamak ve Almanya ile Japonya’ya savaş açmak için konuyu TBMM’ye getirdi.

Yalta Zirvesinin son bulmasıyla Türk Hükümeti ile Rusya arasındaki görüşmelerde,SSCB 17 Aralık 1925’te imzalanan ve süresi 7 Kasım 1945’te bitecek olan Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması’nın İkinci Dünya Savaşı sırasında ortaya çıkan derin değişikliklerden dolayı,bu antlaşmaya son vermek istediğini bildirdi.Türkiye bakımından bu olayın önemi,Sovyetler Birliği tarafından son verilen antlaşmanın,bir saldırmazlık antlaşması olmasıydı.Şimdi Sovyetler böyle bir taahhütten yakalarını kurtarıp serbest kalıyordu.Sovyetler Birliği,ayrıca bir yandan Türkiye’nin demokratik olmayan,totaliter özellikler taşıyan siyasal rejimine,batılı demokrat ülkelerin dikkatini çekerken,diğer yandan,bu ülkelerin Ermenilere olan sevgisini Türkiye’ye karşı kullanmak için bir takım ustaca oyunlara girmekten de geri durmamaktaydı.Türkiye,tüm dünyanın gözleri önünde ustaca kendine yöneltilmiş bir Sovyet tehdidi ile karşı karşıya kalmış bulunmaktaydı.

Türkiye,hem SSCB’nin bu tür propagandalarından kurtulmak hem de San Fransisco Konferansında etkin olabilmek için demokratik bir rejime geçmesi gerektiğinin farkındaydı.Zaten,Türkiye’nin San Fransisco Konferansı’na çağrılmasının bir koşulu da,demokratik yönetime geçmekti.

25 Haziran 1945’te başlayan San Fransisco Konferansı 26 Haziran 1945 günü,Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın imzalanmasıyla son buldu.Türkiye’nin de imzasının bulunduğu bu antlaşmada “İnsan Hakları Bildirgesi”nin 20. maddesinin hiçbir şekilde tek partili bir rejimle uzmanlaşmaması nedeniyle;Sovyet tehdidi karşısında kalan Türkiye’nin,ABD’nin desteğini alabilmek için mutlak olarak Tek Parti yönetimine son vermek zorundaydı.Üstelik bu antlaşmayı imzalamakla Türkiye,böyle bir yükümlülüğün altına girmiş oluyordu.19 Mayıs 1945 günü Milli Şef İsmet İnönü,çok partili yaşama geçileceği yolunda ilk ipucunu Gençlik ve Spor Bayramı söylevinde vermişti.[23]Tek Parti Yönetimi’nin siyasal rejimin liberalleşmesi yönünde aldığı bu değişiklik kararında, “Sovyet tehdidi” ve Amerikalı ve İngiliz devlet adamlarının totaliter kökenli rejimlere karşı beliren tepki ve siyasaları,hiç kuşkusuz önemli rol oynamıştı.Üç Büyüklerin ABD,İngiltere ve SSCB savaş sonu “Savaş Sonrası Dünya Düzeni’nde yapacakları işbirliğinin ayrıntılarını görüşmek üzere 17 Temmuz-2 Ağustos 1945 günü Postdam’da bir araya gelmişlerdi.Sovyetler Birliği, “Yalta Zirvesi” ve daha öncesinde Montreux Boğazlar Sözleşmesini değiştirmek konusunda İngiltere ve ABD’nin desteğini almış bulunuyordu.Postdam Konferansı sonunda Boğazlar konusu Üç Büyükler Dışişleri Bakanları Konseyine havale edilmişti.Sovyetler Birliği ise bu arada,Türkiye üzerinde basın yolunu da kullanarak geniş bir baskı uygulama politikasına girmişti.Tek Parti Yönetimi 1945 yılından 1950 yılına dek ağırlığını daha da arttırarak sürdürecek olan “Sovyet tehdidi” ile tamamlamaktaydı.[24]

          İkinci Dünya  Savaşı’nın Türkiye’ye Etkileri

İkinci Dünya Savaşı tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de derin etkiler yarattı.Türkiye bu savaşa girmemekle birlikte,savaş boyunca devam eden kanlı ve tahripkar olayların iktisadi ve mali akislerinden etkilendi.Bunun yanında savaş nedeniyle ihtiyati tedbir olarak 1.300.000 kişiyi silah altına aldı.Askere alınan erkek nüfusun yokluğundan dolayı üretim düşerken,tüketim ihtiyaçları ise sürekli arttı.[25]

         Varlık Vergisi

Varlık Vergisi,toplumsal ve siyasal yaşamımızda olumsuz izler bırakmış bir uygulamadır.Bu izler,siyasal yaşamımızda kendini göstermiş olduğu gibi,dış siyasal ilişkilerde de önemli sonuçlar doğurmuştur.İkinci Dünya Savaşı’nda İsmet İnönü’nün yönetiminde Türkiye ihtiyatlı bir siyasa içinde,tüm tepkilere karşın sınırlarını korumada başarılı olmaktadır.Ama ekonomik ve toplumsal yapıyı korumak ise daha zordur.1938’den 1942 yılına kadar piyasada dolaşan para miktarı,Hükümetin cari harcamaları için açıktan para basması sonucu üç kat artarak,toplumsal temelleri sarsacak biçimde bir enflasyona neden olmuştur.1942 yılından başlayarak,Hükümetin kira artışlarını sınırlamasına karşın,İstanbul ve Ankara gibi büyük kentlerde toptan eşya fiyatları üç kat artmıştır.Ertesi yıl ise;yaşam koşulları daha da zorlaşmış,özellikle gıda maddelerindeki artış altı katına ulaşmıştır.Savaş nedeniyle ortaya çıkan hammadde ve yedek parça kıtlığı üretimi olumsuz olarak etkilemeye başlamış,büyük kentlerde yaşayanlar,özellikle üst düzey bürokratlar kendilerini,en alt kesimden hamal ve ayakkabı boyacıları ile birlikte kuyruklarda bulmuşlardır.Karne uygulaması,alıcı ve satıcıların tüm denetimlere karşın etkisiz kalması,birçok ithalatçı,ihracatçı,acente komisyoncunun karaborsa faaliyetleri,aşırı kârların gerçekleşmesi sonucunu doğurmuştur. “Harp zenginleri” daha çok ülkenin ticaret merkezi İstanbul’da bu gruplar arasında gelişmiştir.Kentlerde yaşayanlar,özellikle kendilerini dolandırıcıların kurbanı olarak gören maaşlı bürokratlar arasında tüccarlara karşı gözle görülür kızgınlıklar oluşmuştur.Bu olumsuz durum,savaş dönemlerinde tüm ülkelerde kendini göstermektedir.Bu nedenle devletin zaman geçirmeksizin,ekonomik koruma önlemlerine yönelmesi ve uygulaması kaçınılmaz bir biçimde ortaya çıkmaktadır.Etkin ekonomik önlemlerin başında,hükümetlerin yeni vergilere yönelmeleri ilk sırayı almaktadır.Sonuç olarak,savaş boyunca yaşanan ekonomik bunalım,bütçe açıkları,enflasyon ve vurgunculuk,Varlık Vergisi adı altında olağanüstü bir uygulamanın gerekli koşullarının oluşmasına yol açmıştır.Varlık Vergisi Kanunu,ilk olarak Başbakan Şükrü Saraçoğlu tarafından hazırlanmış;hazırlık çalışmalarına Maliye Bakanı Fuat Ağralı,Müsteşar Esat Tekeli ve Teftiş Kurulu Başkanı Şevket Adalı da katılmıştır.Varlık Vergisi Kanunu,temelde savaşın başından beri geçen süre içinde elde edilen servet ve kazançlara bir ölçüde el koyma biçiminde Hükümete yetki veren bir düzenlemedir.[26]Bu tip düzenlemeler,ilk olarak 1917 yılının sonlarına doğru Almanya,Fransa,Avusturya-Macaristan gibi ülkelerde,vurguncu ve karaborsacılara karşı bir olağanüstü vergi uygulaması biçiminde kendini göstermiştir.Bu vergiden esinlenen İttihat ve Terakki yönetimi de aynı amaçla bir yasayı kabul etmiştir.İşgal yılları döneminde Hürriyet ve İtilaf Fırkası,aynı yasayı ittihatçı eşrafa karşı kullanılmak üzere 14 Aralık 1919’da tekrar yürürlüğe koymuştur.Harp Kazançları Vergisi’nin tahsiline Kurtuluş Savaşı döneminde de devam edilmiştir.TBMM 25 Ekim 1920 tarihinde Maliye Vekaleti bu vergi için yetkili kılınmıştır.Mustafa Kemal Atatürk,Cumhuriyet Döneminde de,ülkenin içinde bulunduğu ekonomik bunalımı atlatmak için,1930-38 yılları arasında İktisadi Buhran Vergisi,1932-38 yılları arasında da Muvazene Vergisi gibi olağanüstü vergi uygulamalarına yönelmiştir.Tek Parti Yönetimi altında Türkiye’de Varlık Vergisi’nin yasalaştırıldığı 1942 yılının Kasım ayı,daha önce de sözünü ettiğimiz gibi,İkinci Dünya Savaşı’nın koşullarının ülkede oluşturmuş olduğu,sıkıntı ve darlıktan yararlanan,kişi ve çevrelerin vurgunculuğunun,her türlü haksız kazanç sağlamalarının,doruğa ulaştığı bir zamandır.[27]Varlık Vergisi Kanunu tasarısı 9 Kasım 1942 tarihinde Hükümet tarafından TBMM’ye getirilmiştir.11 Kasım 1942 günü meclisin bu tasarıyı onaylamasıyla Varlık Vergisi yürürlüğe girmiştir.[28]Yayınlandığı biçimiyle bu vergi,Avrupa ülkelerindeki savaş dönemi vergi tasarılarından çok farklı niteliklere sahip değildir.Ancak,servet ve kazanç sahiplerine karşı hükümete böyle geniş ve radikal bir yetki tanınması CHP içinde önemli tartışmalara neden olmuştur.Hükümet bu yetkiyi alırken Başbakan Şükrü Saraçoğlu,Parti meclis grubunun “gizli oturumunda” vergi uygulamasıyla ilgili olarak şunları söylemiştir: “Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur.Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız.Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz…”[29] Varlık Vergisi Kanunu,buraya kadar ortaya koymaya çalıştığımız araçların dışında,Başbakan Şükrü Saraçoğlu’nun da açıkça belirtmiş olduğu gibi başka önemli bir amacı daha vardır.CHP grubunda ve TBMM yasa tasarısı ile ilgili görüşmeler henüz sürerken,Maliye Bakanlığı azınlıklar hakkında ön bilgileri defterdarlıktan istemektedir.Varlık Vergisi Kanunu’nun TBMM’nde kabul edilmesi öncesinde Bakanlığın böyle bir çalışma içine girmesi,ülkedeki azınlıklara yönelik uygulamaların önceden belirlenmiş kurallara göre düzenlenmiş olması, “Tek Parti Yönetimi”nin bilinçli bir siyasa izlediğini göstermektedir.Maliye Bakanlığı’nın 12 Eylül 1942 günü defterdarlıklara gönderilen ve azınlıkların mal varlıklarının belirlenerek bir cetvelde gösterilmesini isteyen genelgesi doğrultusunda yapılan çalışmalarda “harp zamanında fevkalade kazanç sahibi olanlar” dört grupta toplanmıştır.Bunlar Müslüman,Gayrimüslim,Dönme,Ecnebi biçiminde gösterilmiştir.[30]Genelde tüm grupların,özelde ise,azınlıkların saptanması ve mal varlıklarının belirlenmesi için yapılan çalışmalarda,tek tek kişilerin ad ve adreslerinin,mal varlıklarının listelere dökülmesi sırasında ciddi yanlışlıklara düşüldüğü de görülmektedir.İşin asıl ilginç yanı,bu vergi ile ilgili çalışmalara,Mihver Devletlerinin Avrupa’daki üstünlüklerinin doruk noktasına ulaşmalarının ve Türk-Alman Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşmasının hemen ardından başlatılmış olmasıdır.

            Varlık Vergisi Kanunu’nun 1.maddesi,verginin “servet ve kazanç sahiplerinin servetleri ve kazançları üzerinden bir defaya mahsus olmak üzere mükellefiyet tesis edildiğini” belirtirken 6.maddesi verginin miktarını açıklamaktadır.Buna göre vergi miktarı,komisyonlar tarafından belirlenecektir.Bununla birlikte asıl ciddi çalışmalar Varlık Vergisi Kanunu TBMM’nce onaylandıktan sonra gerçekleşmiştir.Bu çalışmalarda her mükellef için çeşitli vergi dairelerinden olan raporların yanısıra,bankalardan alınan imzasız,tasdikli bilgiler,CHP il ve ilçe başkanlıklarının raporları,Milli Emniyet teşkilatı raporları ve “güvenilir” tüccarların beyanları,vergi matrahının belirlenmesinde temel alınmıştır.Bu iş için,Varlık Vergisinin mükelleflere uygulanmak üzere,yasanın 7. maddesi uyarınca her il ve ilçede mülki amirlerin başkanlığında komisyonlar kurulmuştur.[31]İl merkezlerinin büyüklüğüne göre,birden fazla komisyon kurmak mümkün olmaktadır.Örneğin İstanbul ve İzmir’de üçer komisyon oluşturulmuştur.Gayrimüslimlerden Müslimlere oranla en az iki,en çok üç kat fazla vergi alınacağı belirlenmiştir.Müslim grup içinde yer alanlar kazanç vergilerinin bir ile üç katı vergi ödemesi kararlaştırılırken,Ankara’dan gelen bir emirle,Gayrimüslim gruptan olanların vergisi 5-10 kat arttırılmış,Dönmelerin vergisi ise,Müslimlerin vergisine oranla iki kat olarak ödemeleri istenmiştir.[32]Bunun yanında Varlık Vergisi Kanunu’nun 11.maddesi uyarınca “Komisyon kararları nihai ve kesindir,bu kararlara karşı idari ve adli yargı organlarına dava açılamaz.Ancak bir yükümlü adına yükümlülük konusundan dolayı mükerrer vergi tarh edilmiş olduğu takdirde bunların arasından en yüksek olana uygulanarak diğerleri iptal edilir.İptal işlemi yükümlülerin başvurusu üzerine komisyonların görev yaptıkları mahallin en büyük memuru tarafından yapılır.”[33] Varlık Vergisi tarhiyatı vergi dairelerindeki ilan tahtalarına asılan listelerle duyurulmuştur.Böylece basında ve kamuoyunda 15 günlük süre içinde haber ve söylentiye dayanan Varlık Vergisi tarhiyatı gerçeklik kazanmıştır.Vergiye yapılan itirazların Yasanın 11.maddesi uyarınca etkin olmaması,mükelleflerin arayışlarının beklentiye dönüşme eğilimi taşıması,hükümeti harekete geçirmiş,bunun üzerine yapılan açıklamada: “Vergiye yapılan itirazların tahsilatı durdurmayacağına” bir kez daha tekrarlayarak,bu konuda ne kadar kararlı olduğunu vurgulamıştır.Hükümetin basını da yanına alarak almış olduğu tüm önlemlere karşın Varlık Vergisi tahsilatı beklenilen gibi olmamıştır.Verginin 12.maddesi doğrultusunda,15 gün içinde mükelleflerin vergi tutarlarının nakten vergi dairelerine yatırılması zorunluluğu,vergi ilanından hemen sonra mükellefler arasında panik doğurmuştur.Bunun üzerine hükümet,vergi ödeme süresini 2 hafta daha uzatmak zorunda kalmıştır.Verginin 15 günlük süre içinde nakten ödenmesi zorunluluğundan doğan ve mükelleflerin para aramaları sonucu,dönemin gazetelerinde sık sık azınlık vatandaşlara ait gayrimenkul satış ilanına rastlanmaktadır.Vergi tahsili boyunca basında sık sık tahsil edilen vergi miktarları açıklanmaktadır.Bundan çıkan sonuç; mükellefler vergi ödemekte pek istekli değildir.Bunun üzerine hükümet,mükelleflerin nakit sıkıntılarını çözümlemek amacıyla,borcunun %20 sini ödeyenlere devlet bankalarının kredi açacağını duyurmuştur.Mükellef emlak,emtia,senet ve tahvil üzerinden kredi alabilecektir.Başvuru yapan mükelleflerin haciz işlemleri durdurulacaktır.Bunun üzerine 15000 kişinin Emlak ve Kredi Bankasına ve 3000 kişinin de Emniyet Sandığına kredi talebinde bulunduğu,yani uygulamanın sınırlı kaldığı görülmüştür.Ayrıca uygulamada kısa vadeli olan kredilerin katlanan faizlere,karşılık gösterilen menkul ve gayrimenkulların bankaların eline geçmesi sonucunu doğurmuştur.Hükümetin almış olduğu tüm önlemlere karşın,azınlık vatandaşlara mensup önemli bir kitle vergisini ödeyememiştir.Varlık Vergisi Kanunu’nun 12.maddesi uyarınca vergisini ödeyemeyenlerin borçları “icra-haciz” ve “zorunlu çalıştırma” yolu ile tahsil edilecektir.[34]Zorunlu çalıştırma sınırlı sayıda mükellefe uygulanmıştır.Vergisini vermeyenlerin çalışacakları yerler:Deveboynu Geçidi,Van ve civarı,Erzurum Zigana Dağı,Bitlis,Elazığ,Kapdağı,Diyarbakır,Siirt ve Palu’dur.Zorunlu çalışma kamplarına yalnızca gayrimüslim vatandaşlar gönderilmiştir.Mihver Ülkerlerden kaçarak Türkiye’ye sığınan Yahudilerde Türk vatandaşı olmamalarına karşın Müslümanların iki katı vergiye tabi tutulmuşlardır.Türkiye’nin varlık vergisi uygulamasındaki bu tutumu müttefik ülkelerde sert tepkilere neden olmaktadır.İkinci Dünya Savaşı içinde Nazilerin toplama kamplarını çağrıştıran zorunlu çalışma uygulaması çok geçmeden yabancı basın üzerinde olumsuz bir etki bırakmıştır.Ekonomik yaşamı azınlıkların egemenliğinden kurtarıp Türklere açmak için Tek Parti Yönetimi tarafından ortaya atılan Varlık Vergisi uygulaması,Mihver Devletlerine karşı savaş veren Müttefikler karşısında Türkiye’nin itibarını iyice sarsmıştır.Varlık Vergisi Kanunu’nun ayırımcı niteliği ortaya çıkıp,tepkiler belirmeye başlayınca İngiliz uyrukluların vergilerinde büyük indirimlere gidilmiştir.Buna karşılık vergi miktarı mükellef adedi ne olursa olsun,ABD uyrukluları ise hiç Varlık Vergisi ödememişlerdir.[35]

            Varlık Vergisinin Kaldırılması;

          Almanya’ya en yakın olduğu bir dönemde Türkiye’nin mali alanda uygulamaya koyduğu bu azınlık siyasası,başta ABD ve İngiltere olmak üzere Müttefiklerin ardı ardına gelen protestolarına neden olurken,Alman yenilgileri de birbiri ardına gelmeye başlamıştır.Stalingrad zaferinden sonra Türkiye üzerinde bir Sovyet tehdidinin kendini göstermesi ve izlemiş olduğu dış siyasa nedeniyle içine düşmüş olduğu yalnızlıktan kurtulmak için,Türk Hükümeti Müttefiklere yanaşmanın önemini kavramıştı.Bu amaçla ilk önce Müttefik Devletlerle Türkiye arasında sorun olan Varlık Vergisi uygulamasından barış konferansları öncesinde vazgeçilmişti.17 Eylül 1943 günü Varlık Vergisi’ne ek bir yasa çıkarılmış, “Varlık Vergisi Kanunu”nun 2. maddesinde belirtilmiş yükümlülerden vergilerini ödeyemeyecek hizmet erbabı ile,gündelik gayrı safi kazançları üzerinden kazanç vergisine tabi olanların borçlarının silinmesine Maliye Bakanı yetkili kılınmıştı.[36]Ama asıl verginin kaldırılması türlü aşamalardan geçildikten sonra gerçekleştirildi.Önce uygulanan yaptırımlar hafifletildi.Zorunlu çalışmaya tabi tutulanların ailelerin yanına,kendi işlerinde çalışarak borçlarını ödemeleri kararlaştırıldı.Varlık Vergisi Kanunu’nun yürürlükten kaldırılması için verilen yasa tasarısı 15 Mart 1944 günü TBMM’de görüşülmeye başlandığında,Alman gerilemesi olanca hızıyla sürmekteydi.Buna bağlı olarak da Türkiye dış siyasa alanın da gittikçe çıkmaza girmekte,Sovyet gerçeğinin yanı sıra yıpratıcı eleştirilere hedef olmaktaydı.Varlık Vergisi’nin yürürlükten kaldırılmasına neden olarak,günün koşullarına ve verginin uygulanmasında karşılaşılan güçlükler gösterilmişti.[37]Ama gerçekte,özellikle ABD’nin tepkisine olumlu bir yanıt vermek,ve Türkiye ile Batılı Demokrat Devletler arasında soğuyan ilişkileri düzeltmek için bu yola gidilmişti.

          Turancı Akımlar

Almanya, Türkiye’yi “Mihver” devletlerinin yanında savaşa çekebilmek ve askeri,siyasal,ekonomik ve kültürel alanlarda etkileyebilmek amacıyla geniş ölçüde propaganda çalışmalarına yönelmişti.Alman Dışişleri,Türk basınını Alman yanlısı yayın yapmaları ve Alman karşıtı tutumunu değiştirmek için,Türk hükümetine başvurarak bu yönde önlemler alınması isteğini iletmesi yolunda Ankara’daki Büyükelçisi Von Papen’e emir vermiştir.[38]Günlük gazeteler,Almanya’nın ve hükümetin güdümü ve denetimi altında halkı etkileyip bir kamuyu oluşturmaya çalışırken,ülkedeki güçlü bir düşün akımını da göz ardı etmemek gerekir.Bu akım Türkçülük ve Turancılık düşüncesidir.Türkçülük yada Turancılık olarak adlandırılan Pan Türkist akım,Cumhuriyet döneminde,Mustafa Kemal Atatürk’ün Osmanlı yönetimince Anadolu’da köreltilmiş olan Türk varlık ve bilimini yükseltmek ve Ulus devletin temel unsuru yapmak için izlemiş olduğu kültür ve eğitim siyasaları ile Türk aydınları ve CHP’nin içinde güçlenerek varlığını sürdürdü.Atatürk döneminden başlayarak Milli Şef İsmet İnönü’nün yönettiği İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki Türkiye’de Türkçü ve Turancı düşüncenin üç önde gelen adı; Zeki Velidi Togan,Nihal Atsız ve Reha Oğuz Türkkan’dır.[39]Her üç Türkçü düşün adamı İkinci Dünya Savaşı dönemi öncesinden kendi çıkardıkları yada diğer dergilerde Türk Dünyası ile ilgili düşüncelerini yaymaya ve kendilerine inanan bir yandaş kitlesi yaratmaya çalışmışlardır.Türkçülük ve Turancılık,İkinci Dünya Savaşı öncesinde,özellikle Almanya’nın Sovyetler Birliği’ne saldırmasından önce küçük elit bir grubun kültürel bir akımı olarak kendini göstermektedir.Bununla beraber Türkçü ve Turancı düşünceye gönül verenler arasında Türk dünyasının birlik ve beraberliğini dilemek dışında bir düşünce ve eylem birliği içinde olduklarını söylemek oldukça güçtür.1941 yılından sonra sayıları gittikçe çoğalan dergilerin etrafında toplanan Türkçüler,Milliyetçilik ideolojisini değişik biçimde yorumlamakta,bazen de bu konuda birbirlerini eleştiren yayınlara yer vermektedirler.Hükümet günlük basın üzerinde baskıcı denetimini sürdürürken bu dergilere daha hoşgörülü davranmaktadır.Türkçü ve Turancı akım üzerinde Alman tahrikinin etkin bir rolü olduğunda kimi yazarlar görüş birliği içindedir.Bu yazarlara göre;Türkçü ve Turancıların Haziran 1941’den başlayarak canlanmasında,Almanya’nın bu akımı kendi çıkarları uğruna kullanmak için desteklemesinin etkisi olmuştur.Yine bu görüşe göre;Almanya’nın amacı Turancı eylemleri güçlendirip,hem Sovyetler Birliği topraklarında yaşayan Türklerin yanında savaşa sokmak;hem de Türkiye’de umut ve kamuoyu yaratıp,Türk Hükümeti’ne,Sovyetler Birliği’ne karşı savaşa girmek konusunda karar aldırmaktır.[40]Milli Şef İsmet İnönü kendisinde kemikleşmiş bulunan,tarihe mal olmuş aşırı temkinli yapısı nedeniyle bu dönemde Turancı düşünceye ve çevrelere bir yakınlık göstermemiştir.Ancak onlardan tümden de uzaklaşmadığı gerçektir.İnönü,bu konuda tutumunu tam ortaya koyabilmek için,Alman-Rus Savaşı’nın kesin sonucunu görmek istemiş,bir anlamda koşulların oluşmasını beklemiştir.Basın üzerinde her türlü denetleme ve yönlendirme olanağına sahip olan iktidarın Türkçü-Turancı yayınlara uzun süre ses çıkarmamasına ve hoşgörülü davranmış olmasının hiç kuşkusuz Müttefik devletler üzerinde olumsuz izler bırakmış olduğu gerçektir.Türk Hükümeti,daha sonra bunun farkına varacak,bu konuda sert önlemler alma gereğini duyacaktır.[41]

            Türkçü ve Turancı Kesimin Susturulması;

          1943 yılının başlarından sonra tüm cephelerde Sovyetler Birliği’nin üstünlüğü ele alması,İngiltere ve ABD’nin yanında saygınlığının artması,Türk Hükümeti’nde Türkçü ve Turancı akımın başta Sovyetler olmak üzere tüm müttefiklerde tahrik yaratan bir unsur olacağı düşüncesinin doğmasına yol açmıştı.Bu nedenle 1943 yılının bahar aylarından başlayarak Türkçü ve Turancılar ilk kez basında ve kamuoyunda geniş çapta tartışılmaya başlamıştı.Türkçü ve Turancı kesime basın ve kamuoyundaki saldırılar aralıksız sürerken,bu akımın önderlerinden Reha Oğuz Türkkan da kendi yayınlamış olduğu bir broşürle saldırıya geçmiş,onu Nihal Atsız izlemiştir.Bu sırada önemli bir gelişme olmuş,Türkçü ve Turancı akımın en önemli simalarından olan Nihal Atsız,Hükümetin bu kesime karşı harekete geçmek için beklemiş olduğu büyük fırsatı vermişti.Atsız, “Orhun” dergisinde biri 1 Mart 1944,diğeri 1 Nisan 1944 olmak üzere Başbakan Saraçoğlu’na seslenen iki açık mektup yayınlamıştı.Bu mektuplarda CHP hedef alınıyor ve parti aile ve Türk milliyetçiliği düşmanlığı yapmakla suçlanıyordu.[42]Nihal Atsız’la birlikte çok sayıda Turancının tutuklanmasının ardından 18 Mayıs 1944’te Bakanlar Kurulu İçişleri Bakanlığının Türkçü ve Turancılara karşı aldığı önlemleri onayladı.Sonunda 19 Mayıs 1944 günü tüm gazetelerde,gizli bir Turancı örgütün ortaya çıkarıldığı ve geniş tutuklamaların olduğu haberleri yer aldı.Aynı gün 19 Mayıs törenlerinde İsmet İnönü,Türk gençliğine yönelik söylevinde Türk-Sovyet dostluğunu ön plana çıkararak bir konuşma yaptı.[43]İnönü’nün olayı bu kadar büyütmekten amacı,tüm dünyanın dikkatini çekmek,Türkçü ve Turancıların nasıl ezildiklerini tüm müttefiklere göstermekti.Ne var ki,İnönü’nün bu yolla Sovyetleri yatıştırma çabası başarısızlığa uğradı.Sovyetler Türkiye’de olanları,Turancıların yargılanmalarını “maskaraca” bir oyun olarak nitelendirmekteydi.[44]

 

              Savaş Yıllarında Türkiye’de Kamuoyu;

            Savaş döneminde Türkiye’de belirgin iki tutum vardı: Savaşa karşı isteksizlik ve Sovyet Rusya’ya karşı beslenen genel bir güvensizlik.1943 yılı Mart ayında Dışişleri Bakanlığınca Cumhurbaşkanı İsmet İnönü için hazırlanan bir durum raporu,ülkedeki savaşa karşıt akımları etken unsur olarak belirtmekteydi.Halkın her sınıfı,hatta ordu bile savaşa karşıdır.Bugün her Türk vatandaş bir saldırıya uğramadan yada özgürlüğü doğrudan doğruya tehdit edilmeden savaşa girmenin,ülkesine daha büyük bir yoksulluk,açlık,hastalık,hatta ölüm ve yıkım getireceğinin kanısındadır.[45]Türkler savaşa katılmaya ne kadar karşıysalar,Sovyetler Birliği’ni de en büyük tehdit unsuru olarak görmekteydiler.Savaş döneminde Sovyetler Birliği’ne karşı Türk tutumunda en ilginç olan yön,yirmi yıldır çok iyi gelişen Sovyet-Türk ilişkilerinin,Türklerin Sovyetler Birliği’ni saldırgan olarak gören geleneksel inançlarını ne kadar az etkilediğidir.

       Ayrıca savaş yılları boyunca ekonomik sıkıntılar,istifçilik,karaborsa ve bunlara karşı hükümetin gösterdiği sert tepkiler,Türkiye’de bir moral kırıklığına ve öfkeye yol açmıştır.

            İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’de Enflasyon ve Önleyici İç Tedbirler 

Yüzölçümü 780.623 km2  ve 1940’ta nüfusu 17.869.901 olan Türkiye,savaş döneminde bir tarım ülkesiydi.Topraklarının ancak %10’u işlendiği halde,nüfusun %70’i tarım alanında çalışıyordu.[46]Türkiye’de fiyat düzeyi daha savaş patlamadan önce yüksekti;1940’tan sonra da bu artış sürmüştür.Yetersiz bir ekonomik yapı yolculuk ve ulaşım imkanlarını çok güçleştiriyor,bu yüzden taşıt ücretleri,üretim giderlerini arttırıyordu.Türkiye,savaş patlayıncaya kadar sanayi ürünlerini ülkesinde üretme yerine,bunları hazır olarak dışarıdan ithal etmeyi çok daha ekonomik bulmuştu.Fakat,savaş ticareti aksatınca,Türkiye çok önemli sıkıntılarla karşı karşıya kaldı.Bu,fiyatların daha da yükselmesine yol açtı.Ayrıca,savaş döneminde büyük bir orduyu besleme zorunluluğu,savunma giderlerinin artmasını sağladı.1941 ve 1942’de özellikle buğday ürününün çok az oluşu,ana besin maddelerinin bile kısıtlanmasını zorunlu kıldı.Yabancı ekonomilerle olan ilişkileri bakımından,savaş sona erdiği zaman Türk lirasının değeri %30 ile %70 arasında daha düşüktü.Sebzelerde 1938 yılı 100 sayısı birim alınmak üzere fiyat artışı 1942’de 424.9’a varmıştır.1943’te ise,bu sayı 894.5’i bulmuştur.Bu fiyat artışları toptan eşya,giyim,akaryakıt ve sanayi hammaddelerinde de aynı oranlarda artmıştı.Ankara’da bir kilo ekmeğin satış fiyatı 1941’de 12 kuruş,1942’de 25,1943’te 41, 1944’te 32,1945’te 33 kuruştu.Koyun etinin kilosu 1941’de 39 kuruşken,1944’te 129 kuruşa çıktı.Buna paralel olarak kesme şekerin kilosu 50 kuruştan,345 kuruşa çıktı.[47]Bütün bunların toplu sonuçları pek yıkıcı oldu.İnönü,1 Kasım 1944’te bunu “Geçen yıllar içinde,memleket içinde başlıca uğraşımız beslenme güçlükleri ve enflasyonun zararlarıyla oldu” sözleriyle belirtmiştir.[48]Hükümet,duruma bir çare bulabilmek için içte birtakım önleyici ve kısıtlayıcı sert tedbirler aldı.Bu tedbirler vatandaş,özellikle köylü üzerinde kırgınlığa yol açtı.Bu kırgınlık,daha sonra İnönü’nün siyasal yenilgisini hazırlamıştır.Savaş döneminde,Türk Hükümetinin aldığı en önemli iç tedbir,TBMM’nin 18 Ocak 1940’ta kabul ettiği Milli Koruma Kanunu’dur.[49]Bu kanun,insan gücü eksikliğini çözümlemek için,köylü vatandaşlara sanayi bölgelerinde çalışma yükümlülüğü koymuştur.Erkeklerin,stratejik önemi olan sanayi dallarında,özellikle madenlerde,bir yıl süreyle ve düşük ücretle çalıştırılmaları sağlanmıştır.Toprak Mahsulleri Ofisi ise,köylülerin ellerindeki ürünü piyasa değerinden daha aşağı fiyatlarla kendisine satmalarını istemiştir.Bu kararların amacı,besin maddelerini eşit şekilde dağıtarak,özellikle ekmek fiyatlarını belirli bir düzeyde tutmaktı.Ancak kararlar tam uygulanamamış,köylüler ürünlerini kaçırmaya,zengin toprak sahipleri ise,ürünlerini karaborsacılara satarak büyük kazançlar sağlamaya başlamışlardı.1943’te Toprak Mahsulleri Ofisindeki yolsuzluk üzerine geniş ölçüde yayın yapılmıştır.[50]Fakat,Türkleri büyük kitleler halinde etkileyen ve öfkelendiren tedbirler,özellikle vergilendirme alanında olmuştur.Maaşlı ve ücretli olanlar vergi borçlarını tam olarak öderken,çok sayıda özel kuruluş sahibi kazançlarını gizleyerek çok az vergi ödüyordu.Bu da birtakım savaş zenginlerinin elinde büyük çapta sermaye birikimi doğurmuştur.Varlık ve Toprak Mahsulleri Vergileri,mutlu azınlığı ve köylüleri vergilendirmişse de,enflasyonu önlemekte etkili olamamıştır.Ayrıca sosyal birer kurum olarak çeşitli yolsuzluklara yer hazırlamıştır.

          SONUÇ

            Dünya tarihinin gördüğü en geniş çaplı savaştan Türkiye yara almadan kurtulmayı başarmıştır.Ancak değişen dünya şartları içinde kendine yeni bir siyasa geliştirmek zorunda kalmıştır.6yıllık savaş,dünyanın güçleri olan İngiltere ve Fransa’yı zayıflatmış,savaş sonrası düzen okyanus ötesi bir ülke olan ABD ile bir kara ülkesi olan SSCB tarafından idare edilir olmuştur.Türkiye de,eski düşmanlarından olan ve savaş sırasında da Türkiye üzerindeki tarihi emellerini açığa çıkarmış bulunan SSCB’ye karşı,dünya düzenini sağlamayı kendi amaç ve çıkarları için görev edinmiş olan ABD’ye sığınmış ve dış politikasında temel taş bundan sonra ABD olmuştur.Türkiye,SSCB’ye karşı yalnız kalmamak için girdiği NATO üyeliği ile de ABD’nin uzak bir karakolu vazifesini üstlenmiştir.Ayrıca bu savaş,Türkiye’nin süre gelmekte olan tek parti iktidarını da ortadan kaldırarak daha demokratik bir yönetimin oluşmasına zemin hazırlamıştır.Türkiye,uyguladığı kararlı ve bir anlamda da denge politikası diyebileceğimiz dış siyasası ile savaş dışında kalmayı başarmış,ancak uyguladığı bu politika dışta prestij ve güven kaybına,içte ise daha önce sözünü ettiğimiz gibi ekonomik,askeri ve siyasal birtakım zorluklarla karşılaşmasına neden olmuştur.Sonuç olarak Fransız İhtilali Osmanlı üzerine milliyetçilik tohumları ekmişken, İkinci Dünya Savaşı da Türkiye üzerine demokrasi tohumları ekmiş ve bu tohumların meyveleri, yeni dünya şartları içinde, değişen dünya tarlasının bekçileri tarafından değişik şekillerde toplanmış, yeri geldiğinde koparılmıştır.

 

[1] Necdet Ekinci, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’de Çok Partili Düzene Geçişte Dış Etkenler, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, Doç. Dr. Orhan Yavuz Dizisi, İstanbul 1997, s.7-8.

[2] Oral Sander, Siyasi Tarih 1918-1994, İmge Kitabevi Yayınları,Ankara 2004, s.14.

[3] Oral Sander, a.g.e., s.25.

[4] Necdet Ekinci, a.g.e. ,s.15-25.

[5] Necdet Ekinci, a.g.e., s.121-123. Ayrıntılı bilgi için bkz. Edward Weısband, İkinci Dünya Savaşı’nda İnönü’nün Dış Politikası I, çev.M. Ali Kayabal, Cumhuriyet Yayınları,2000, s.17-32.

[6] Selim Deringil, Denge Oyunu, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1994, s.18-29.

[7] Selim Deringil, a.g.e., s.30-37.

[8] Ayrıntılı bilgi için bkz. Fatma Güngören, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye Üzerine Gizli Pazarlıklar(1939-1944), Örgün Yayınevi, İstanbul 2003, s.94-107. Ayrıca bkz. S.S.C.B. Dış İşleri Bakanlığı, Stalin,Roosevelt ve Churchill’in Gizli Yazışmaları’nda Türkiye(1941-1944) ve İkinci Dünya Savaşı Öncesi Sovyet Barış Çabaları ve Türkiye 1938-1939(Seçmeler), Havass, s.79-91.

[9] Necdet Ekinci, a.g.e., s.135-148.

[10] Bkz. Rıfkı Salim Burçak, Türk-Rus-İngiliz Münasebetleri(1791-1941) İkinci Cihan Harbinde Türkiye’nin Durumu, Aydınlık Matbaası, İstanbul 1946, s.78-93.

[11] Necdet Ekinci, a.g.e., s.149.

[12] Bkz. Rıfkı Salim Burçak, a.g.e., s.104-108.

[13] Necdet Ekinci, a.g.e., s.157.

[14] Burhan Belge’nin Sesiyle İkinci Dünya Savaşı(Radyo Konferansları), Başnur Matbaası, Ankara 1970, s.530.

[15] Bkz. Rıfkı Salim Burçak, a.g.e., s.110-116.

[16] İkinci Dünya Savaşı’nda Balkan Savaşları için bkz. Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı, “İkinci Dünya Savaşında Batı Cephesi Harekatı ve Balkan Savaşları”, Konferanslar Serisi No:3, Genelkurmay Basımevi,Ankara 1977,s.70-102.

[17] Necdet Ekinci, a.g.e., s.165-170.

[18] İkinci Cihan Savaşı’nın Başından Truman Doktrinine Kadar Türk-Amerikan Diplomatik Münasebetleri 1939-1947,s.32-36. Bu eser Bilkent Üniversitesi Kütüphanesi Halil İnalcık Özel Koleksiyonu’nda bulunmaktadır.

[19] Kazablanka Konferansı ve Adana Görüşmeleri için bkz. Edward Weisband, İkinci Dünya Savaşı’nda İnönü’nün Dış Politikası II, çev. M.Ali Kayabal, Cumhuriyet Yayınları,2000, s.9-43. Ayrıca bkz. S.S.C.B. Dış İşleri Bakanlığı, a.g.e., s.85-88.

[20] Moskova,Tahran ve Kahire Konferansları ve bu dönemde Türkiye’ye yapılan baskılar için bkz. Edward Weisband, İkinci Dünya Savaşı’nda İnönü’nün Dış Politikası II, s. 71-112. Ayrıca Necdet Ekinci, a.g.e., s.175-179.

[21] Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Edward Weisband, İkinci Dünya Savaşı’nda İnönü’nün Dış Politikası III, çev. M. Ali Kayabal,Cumhuriyet Yayınları,2000, s.9-73. Ayrıca Necdet Ekinci, a.g.e., s.179-247.

[22] Yalta Zirvesi ve Rusya’nın istekleri için bkz. İkinci Cihan Savaşı’nın Başından Truman Doktrinine Kadar Türk-Amerikan Diplomatik Münasebetleri 1939-1947,s. 44-59.

[23] Bkz. Necdet Ekinci, a.g.e., s.248-280.

[24] İkinci Cihan Savaşı’nın Başından Truman Doktrinine Kadar Türk-Amerikan Diplomatik Münasebetleri 1939-1947, s. 60-65.

[25] Muhammed Güçlü, “Varlık Vergisi ve Ankara Uygulaması”, Tarih İncelemeleri Dergisi XI, Ege Üniversitesi Basımevi, İzmir 1996, s. 177.

[26] Necdet Ekinci, a.g.e., s.179-181. Ayrıca bkz. Muhammed Güçlü, a.g.m., 178.

[27] Necdet Ekinci, a.g.e., s.182.

[28] Ayrıntılı bilgi için bkz. Edward Weisband, İkinci Dünya Savaşı’nda İnönü’nün Dış Politikası III, s.24.

[29] Necdet Ekinci, a.g.e., s.184. Ayrıca bkz. Behzat Üsdiken, “Tartışmalı bir uygulama Varlık Vergisi”, Finans Dünyası Temmuz 2000, s.32-33.

[30] Necdet Ekinci, a.g.e., s.185.

[31] Ayrıntılı bilgi için bkz. Muhammed Güçlü, a.g.m., s.178.

[32] Necdet Ekinci, a.g.e., s.186.

[33] Varlık Vergisinin bir kısım maddeleri için bkz. Behzat Üsdiken, a.g.m., s.31-32.

[34] Necdet Ekinci, a.g.e., s.189-190. Ayrıca bkz. Edward Weisband, İkinci Dünya Savaşı’nda İnönü’nün Dış Politikası III, s.26-27.

[35] Necdet Ekinci, a.g.e., s.193-194.

[36] Necdet Ekinci, a.g.e., s.231-232. Ayrıca bkz. Edward Weisband, İkinci Dünya Savaşı’nda İnönü’nün Dış Politikası III, s.29-30.Ayrıca bkz. Muhammed Güçlü, a.g.m., s.185-186.

[37] Necdet Ekinci, a.g.e., s.233.

[38] Necdet Ekinci, a.g.e., s.208-209.

[39] Ayrıntılı bilgi için bkz. Edward Weisband, İkinci Dünya Savaşı’nda İnönü’nün Dış Politikası III, s.33-35.

[40] Necdet Ekinci, a.g.e., s.216-217.

[41] Bkz. Edward Weisband, İkinci Dünya Savaşı’nda İnönü’nün Dış Politikası III, s.40-51.

[42] Necdet Ekinci, a.g.e., s.235-238. Ayrıca bkz. Edward Weisband, İkinci Dünya Savaşı’nda İnönü’nün Dış Politikası III, s.35-38.

[43] Bkz. Edward Weisband, İkinci Dünya Savaşı’nda İnönü’nün Dış Politikası III, s.39-40.

[44] Necdet Ekinci, a.g.e., s.240.

[45] Edward Weisband, İkinci Dünya Savaşı’nda İnönü’nün Dış Politikası I, s.77-78.

[46] Edward Weisband, İkinci Dünya Savaşı’nda İnönü’nün Dış Politikası I, s.82-83.

[47] Edward Weisband, İkinci Dünya Savaşı’nda İnönü’nün Dış Politikası I, s.85-86. Ayrıca ayrıntılı bilgi için bkz. Ertuğrul Baydar, İkinci Dünya Savaşı İçinde Türk Bütçeleri, Maliye Tetkik Kurulu, Ankara 1978, ilgili yerler.

[48] Edward Weisband, İkinci Dünya Savaşı’nda İnönü’nün Dış Politikası I, s.87.

[49] Ertuğrul Baydar, a.g.e.,s. 13.

[50] Edward Weisband, İkinci Dünya Savaşı’nda İnönü’nün Dış Politikası I, s.87-90.

 



İkinci Dünya Savaşı’nın başında Dünyanın genel siyasal yapısı

         Yeni zamanlar tarihinde Fransız Devriminden sonra,dünyanın yapısında 1815,1789’dan;1919,1815’ten farklı olmuşsa,İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki yeni dönemde bir öncekinden farklı olacaktır. “1945 Dünya Düzeni” olarakta adlandırılan bu yeni dönem,İkinci Dünya Savaşı boyunca kendi etkenlerini ortaya çıkaracak,yeni düzenlemeler ile yeni oluşumları sergileyecektir.1945 yılı dünyada ve Avrupa’da uluslar arası siyasal yeni bir güç dengesinin kurulmaya başlamış olduğu yıl olarak oldukça önemlidir,Mayıs ayında Almanya’nın teslim olmasıyla sonuçlanan savaşın sonunda,Avrupa fiili bir işgalin altına girmiştir.Batı’da ABD ve İngiliz orduları,Doğu’da Sovyet ordusu,gerçekte Avrupa’da dünyadaki yeni güç dengesinin ilk belirtileridir.Savaş sonrasında,Avrupa’nın bitkin devletleri,bu tarihe gelinceye dek,uluslar arası siyasada egemen olan Avrupa eksenli güç dengesi siyasasını sürdürmek gücünde değillerdir.Uluslararası siyasada yeni güç dengesi bundan böyle SSCB ile okyanus ötesi bir güç olan ABD arasında kurulacaktır.

İkinci Dünya Savaşı Başında Türkiye’nin İç Durumu

           Türkiye’nin iç durumunu daha rahat anlayabilmek için bu dönemi siyasal,askeri ve ekonomik durum olarak gruplara ayırmanın daha faydalı olacağı görüşüyle böyle bir yol takip edilecektir.

        İkinci Dünya Savaşı Başında Türk Siyasal Durumu;

            Cumhurbaşkanı Atatürk’ün rahatsızlığının ilk belirtilerinin 1936 yılının sonuna doğru ortaya çıktığı,sağlık durumunun ise,1937 yılından itibaren bozulduğu bilinmektedir.Atatürk ölümünden bir süre önce “Başvekillik Makamı”nda bulunan İsmet İnönü ile siyasal bir çatışma içine girmiş,bunun sonucunda İsmet İnönü görevinden alınarak yerine Mahmut Celal Bayar atanmıştır.

İkinci Dünya Savaşı Başında Türkiye’nin Ekonomik Durumu;

            Kurtuluş Savaşı’ndan İkinci Dünya Savaşı’na kadar Türkiye’nin ekonomik gelişme süreci ikiye ayrılabilir:Birincisi 1923-1930 devresi,ikincisi 1930-1939.Birinci devrede devlet ekonomiye fazla karışmadan özel sektörün kalkınma görevini üstlenmesini bekledi.Bu başarılı olmayınca 1930’dan sonra devlet müdahalesine gidildi ve “devletçilik” yöntemi benimsendi.Ama her iki yolla da beklenilen sonuç alınamadı ve İkinci Dünya Savaşı’na gelindiğinde Osmanlı’dan devralınan geri kalmışlık mirası aşılamamıştı.İmparatorluk döneminde Düyun-ı Umumiye İdaresi’nin elinde olan tütün,alkol ve tuz tekelini Cumhuriyet Hükümeti ancak 1927’de ele geçirebildi.Bu,bütçeye yılda 40 Milyon TL kadar gelir sağladı.Gümrüklerinde henüz denetlenemediği buna eklenirse 1929’a kadar büyük bir gelir kaybının söz konusu olduğu kolayca anlaşılacaktır.

kinci Dünya Savaşı Başında Türkiye’nin askerî durumu;

         İkinci dünya Savaşı patlak verdiğinde Türkiye askeri ve sivil olmak üzere her iki sektörde de hazırlıksızdı.Sanayideki yetersizlik,askeri alana teknolojik bir savaşa hazırlıksızlık olarak yansıyordu.

Savunma ve güvenlik Cumhuriyet’in başlangıcından beri birincil önem taşıyan konulardı.Lozan’da görüşmeler sürerken dahi İnönü seferberliğin devamını istemiş ve sözünü askeri güçle desteklemesini bilmişti.Lozan’da alınan ders İkinci Dünya Savaşı’nın çetin günlerinde uygulandı:Türkler,Almanları da İngilizleri de ihtiyatlı davranmaya mecbur kıldılar.Zira vatanseverlik en yüksek raddedeydi ve her saldırıya karşı koymaya kesinlikle azimliydiler.Aynı zamanda modern olmasa da sayıca büyük bir orduları vardı ki bu ordu savaştaki yılmazlığı ve cesaretiyle ünlüydü.  
  İkinci Dünya Savaşında Türkiye ve Uyguladığı  Dış Politikası

Savaşın başladığı 1939’dan,bittiği tarih olan 1945’e kadar,Türkiye’nin bahsi gerek Avrupa Devletlerinin kendi aralarında yapmış oldukları konferanslarda gerekse yazışmalarda çok sık geçmektedir.[8]Bu nedenle konunun genişliği göz önüne alınarak İkinci Dünya Savaşı içinde Türk dış politikasına çok genel bir çerçeve içinde bakılacaktır.




ikinci dünya savaşının sonu

1942 yılının sonlarına doğru savaş talihi Almanya ve bağlaşıklılarının yüzüne gülmez oldu. Başlangıçta büyük başarılar elde eden Japonlar Pasifik’te elde ettikleri yerleri bırakarak Amerikan hava ve deniz güçleri karşısında çekilmeye başladılar. ABD İngiltere’nin de yanında Avrupa ve Kuzey Afrika cephelerinde savaşa girme hazırlığında idi. Bu bakımdan Amerikalılar Sovyetlerin de bağlaşığı durumuna geliyorlardı. Rusya’ya akan Amerikan yardımı ile Sovyet ordusu çok ilerleyen Almanları ilk önce durdurdu. Sonra da yavaş yavaş geri sürmeye başladı. İngilizler Kuzey Afrika’daki Alman-İtalyan varlığını da sona erdirdiler ve 1943 yılı ortalarında Amerikalılarla birlikte Sicilya üzerinden İtalya’ya ilerlemeye başladılar. İtalya teslim oldu ve diktatör Mussolini daha da önce belirtildiği gibi öldürüldü. Öte yandan Almanya’yı iyice sıkıştırmak için 1944 yılı ortalarında Avrupa’nın batısından İngilizlerle Amerikalıların yeni bir cephe açtıklarını biliyorsunuzdur. Almanya tam anlamıyla sıkıştırılmıştı. Fransa kısa bir süre içinde kurtarıldı ve Fransız yurtseverlerinden oluşan birlikler de Amerikan ve İngiliz ordularıyla Almanya’nın batısına akmaya başladılar. Savaşın sonucu belli oluyordu.

ikinci dünya savaşının sonu

1942 yılının sonlarına doğru savaş talihi Almanya ve bağlaşıklılarının yüzüne gülmez oldu. Başlangıçta büyük başarılar elde eden Japonlar Pasifik’te elde ettikleri yerleri bırakarak Amerikan hava ve deniz güçleri karşısında çekilmeye başladılar. ABD İngiltere’nin de yanında Avrupa ve Kuzey Afrika cephelerinde savaşa girme hazırlığında idi. Bu bakımdan Amerikalılar Sovyetlerin de bağlaşığı durumuna geliyorlardı. Rusya’ya akan Amerikan yardımı ile Sovyet ordusu çok ilerleyen Almanları ilk önce durdurdu. Sonra da yavaş yavaş geri sürmeye başladı. İngilizler Kuzey Afrika’daki Alman-İtalyan varlığını da sona erdirdiler ve 1943 yılı ortalarında Amerikalılarla birlikte Sicilya üzerinden İtalya’ya ilerlemeye başladılar. İtalya teslim oldu ve diktatör Mussolini daha da önce belirtildiği gibi öldürüldü. Öte yandan Almanya’yı iyice sıkıştırmak için 1944 yılı ortalarında Avrupa’nın batısından İngilizlerle Amerikalıların yeni bir cephe açtıklarını biliyorsunuzdur. Almanya tam anlamıyla sıkıştırılmıştı. Fransa kısa bir süre içinde kurtarıldı ve Fransız yurtseverlerinden oluşan birlikler de Amerikan ve İngiliz ordularıyla Almanya’nın batısına akmaya başladılar. Savaşın sonucu belli oluyordu.

1942 yılı içinde, bağlaşma antlaşması gereği özellikle İngilizler, Rusların isteği üzerine zorlamaya başladılar. Türkiye savaşa girerse Almanya önünde yeni bir cephe açılır ve ayrıca, Rusya’ya çok muhtaç olduğu malzeme yardımı çabuk gönderilirdi. Türkiye’yi 1939 yılı antlaşmasından doğan yükümlülüklerine zorlamak için İngiliz başbakanı Churchill(çörçil) İnönü ile 1943 yılı Ocak ayı sonunda Adana’da görüştü. İnönü ordunun istekleri tamamlanırsa savaşa gireceğine söz verdi. Ancak, gereken yardım yapılamadığı için, İnönü’nün sözü yerine getirilemedi. Sovyetler’in sıkıştırması üzerine, İnönü 4–6 Aralık 1944’de Kahire’de Churchill ve Amerikan Başkanı Roosevelt tarafından gene savaşa girmeye zorlandı. Bunu üzerine Türkiye daha çok savaş sonu dünyasındaki yerini alabilmek için, 1945 Şubatında(23 Şubat) Almanya ve Japonya’ya savaş ilan, ederek bağlaşıklarının isteğini yerine getirmiş oldu. Ama aynı yılın Mayıs ayı başında Almanya kayıtsız-şartsız teslim belgesini imzaladı(9 Mayıs). Türkiye’nin artık eylemli bir savaş durumu içine girmesi gereksizdi. Japonya’ya açılan savaş ise çok daha sembolikti. Japonlar 2 Ağustos’ta teslim oldular.

Böylece Türkiye tarihin en büyük felaketini büyük bir ustalıkla geçiştirdi. Türkiye eğer
Almanya’ya karşı savaşa girse idi yıpranarak büyük bir ihtimalle savaş sonu bölüştürülmelerine konu olabilecekti. İsmet İnönü, Atatürk’ün kurduğu devleti böyle bir acı sondan kurtarış sayılabilir.

Türkiye’nin savaşa girmemesi SSCB’nin işini zorlaştırmıştı. Türkiye büyük bir ustalıkla savaşa girme isteklerini savuşturmuştu. Sovyetler şimdi bunu hıncını almak ileride bu düşmemek yolunu benimsediler. Bunun için öncelikle 1925 yılından beri yürürlükte olan Saldırmazlık Antlaşması’nı tek yanlı olarak ortadan kaldırdılar(Mart 1945). Bir süre sonra da SSCB Boğazlar rejiminin değiştirilmesini buraların Türkiye ve kendisi tarafından ortaklaşa savunulmasını öneren ve Doğu Anadolu’da Kars, Ardahan ve Artvin’i de isteyen bir notayı Türk Hükümeti’ne gönderdi(7 Ağustos 1946).


Sovyetler, bu isteklerini öne sürerlerken Doğu Avrupa ülkelerini birer-ikişer kendilerine bağlıyorlar savaş yorgunu olan İngiltere ile ABD de buna kayıtsız kalıyorlardı. Stalin kendisini bizden olan istekleri için zamanlamayı iyi yapmış sayıyordu. Bu durumda güvenilecek tek şey kendi gücümüzdü. Sovyetlere gereken cevap verildi. Stalin isteklerini 24 eylül 1946 tarihinde tekrarladı ise de olumlu cevap alamadı.

Bu bekleyiş sonunda Türkiye’nin kararlığını gören ABD ile İngiltere Sovyet iddialarının karşısına dikildiler. 1947’de Amerikan yardımı Türkiye’ye de yöneldi. Böylece Türkiye bu son bunalımı da başarı ile atlattı. Artık tarafsızlık siyaseti de sona ermiş yeni kurulan Dünya’da yerimiz belirlenmeye başlamıştı.



Bugun Toplam 225853 ziyaretçi (629558 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol